Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkan ülkelerin başında Almanya geliyor.

Başbakan Angela Merkel bu konuda diğer Avrupalı liderlere göre belki de en dürüst olanı. Dürüstlüğünü, eveleyip gevelememesinden yola çıkarak söylüyorum elbette.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğine karşıtlığını açık bir dille ifade ediyor. Üstelik ülkesinin kalkınmasında küçümsenemeyecek rolü bulunan hatırı sayılır bir Türk nüfusunun yaşadığı ülkenin başbakanı olduğu halde.

Oysa Merkel, Almanya’daki 3 milyona yakın Türk’ün de Başbakanı.

Türkiye’nin Avrupa’da yeri olmadığını her fırsatta dile getiren bir başbakanın, ülkesindeki Türklere bakışının nasıl olabileceği de merak konusu.

Her ne kadar kimlik kartında “Alman” olduğu yazılsa da, bu ülkede yaşayan Türkiye kökenlilere Alman vatandaşlarına bile her fırsatta “yabancı” olduğu hissettiriliyor.

Okullarda anadili yasaklama girişimleri, Türkçe’nin ikinci dil olarak bile seçilmesine izin verilmemesi, entegrasyon dayatmaları, Türkler’in hiç bir zaman sıradan Alman gibi kabul edilmediğinin göstergelerinden.

Almanya’nın “entegrasyon” diye tutturarak “ötelediği” sadece Türkler değil tabii ki. Bu ülkede yaşayan farklı etnik kökenden bireylere “dışlanmışlıkları” her fırsatta hissetttiriliyor.

Birkaç yıl önce Almanya gündeminde uzun süre tartışılan bir mahkeme kararı buna en son örnek olarak gösterilebilir.

ALMAN HUKUKU MU, KUR’AN MI?

Sözünü ettiğim boşanma davasında Alman hakim, eşinden dayak yediği gerekçesiyle boşanma talebinde bulunan Fas’lı müslüman kadının bu talebini, “Kur’an-ı Kerim’de kadına dayak tavsiye ediliyor. Siz alışkınsınızdır” diyerek geri çeviriyor. Durum her açıdan garip. Her şeyden önce hakim önyargılı bu kararıyla, kendi ülkesinin medeni hukukunu ayaklar altına almış oluyor. Öte yandan, boşanmak için bu medeni hukuka başvurmuş müslüman kadını, o çok eleştirdikleri, tehlike gördükleri “şeriat” kanunuyla yargılamış oluyor. Eğer Faslı kadın, medeni hukukla değil de dini inançlarının kurallarıyla bir boşanma girişiminde bulunmuş olsaydı bu kez de Alman medeni yasasına aykırı olmakla suçlanmış olacaktı.

Bu ayrı bie mesele.

Ama Alman hakimin kararına baktığınızda, sanırsınız ki, Alman hukuku İslam Şeriatı’na göre düzenlenmiş ve kararlar da Kur’an hükümlerine göre veriliyor.

Alman hakimin, Müslüman Faslı kadını, medeni hukuku hiçe sayarak boşamayıp, “yabancı” olduğunu üstelik mahkeme kararı ile hissettirdiğinin tartışıldığı aynı günlerde, medeni Avrupa’nın bir başka ülkesinde Milli Eğitim Bölge Müdürü, müslüman okuluna, “bunlar kökten dinci” önyargısı ile karşı çıkıyordu.

Farklı etnik kökenli vatandaşların her fırsatta yaşadıkları ülkeye “entegre olmaları gerektiğini” savunan Fransa’nın Lyon bölgesinde, üstelik eğitimden sorumlu bir müdür tüm müslümanlar için “kökten dinci” damgasını vuruyor.

Bu önyargı ile arzu ettiği “entegrasyonun” nasıl gerçekleşeceğini nasıl açıklayabilir Alain Morvan adlı bu Eğitim Müdürü.

AVRUPALILAR SAMİMİ DEĞİLLER

Hayır, ne entegrasyon, ne de birlikte yaşama konusunda samimi değiller.

Aslında, Fransa Eğitim Müdürü Alain Morvan’ın, henüz açılmamış bir okul için “kökten dinci eğitim verilecek” öngörüsü ile Fas asıllı kadının boşanma davasına Kur’an-ı gerekçe gösteren Alman hakimin kararındaki ortak payda, muhataplarının “öteki” olması.

Sözü toparlayacak olursak, müslümanlar dilleriyle kuş tutsa da Avrupa’da  ilelebet yabancı olmaya devam edecekler.

Almanya’da artık saklanma gereği bile duyulmayan yabancıyı “ötekileştirme”, diğer Avrupa ülkelerine de emsal teşkil edecek.

Ön yargılar devam ettikçe, bugün “entegrasyon” ya da daha kibarca “uyum” adına ana dili yasaklayan Avrupalı, yarın, “köktendinci” tehlikesini öne sürüp, inançlara sınır çizmeye kadar vardıracak işi.

Türkiye’nin de, Türklerin de Avrupa coğrafyasındaki macerası adeta “engelli koşu” olmaya devam edecek.

Öyle görünüyor ki, aslında bizim de “öteki” olmadığımızı anlatmak için işi PR şirketlerine ihale etmemiz gerek.

Malum çağımız “pazarlama” çağı.