"On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini." (Birinci Şarkı)
Yukarıdaki dizeyi yazdığında ya yirmi ya da yirmi iki yaşındaydı Isidore Ducasse. Maldoror'un Şarkıları'nı yazmaya başladığında adı Isidore Ducasse'tı; ancak, yazma süreci içinde Comte de Lautreamont'a dönüştü. Poesies'yi yazarken tekrar kılık değiştirip Isidore Ducasse oldu.
Kısacık ömründe geleceği yaşamış; "bugün"ü yadsıdığı, "bugün" de "yarın"ı yaşadığı için çok uğultulu bir yalnızlığa kapanmış olan Lautreamont'un durumu birçok bakımdan çelişkili görünüyor. Marcelin Pleynet'e göre, o olmaksızın Fransız kültürü eksik ve tamamlanmamış kalırdı; Fransız edebiyatı, tümüyle, yüzü geçmişe dönük bir tekrar taslağı izlenimi uyandırırdı. Demek oluyor ki, Lautreamont ve yapıtı, Fransız kültür ve edebiyatının "olmazsa olmaz" bir öğesi durumunda.
"Rimbaud'yu, Maldoror'un VI. Şarkısı'nı okuyunca kendi yapıtlarımdan utandım." (A. Gide)
"Maldoror'un birazcık tadına bakınca, bütün şiir yavanlaşıyor." (Aragon)
"Lautreamont'u açın! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner." (Francis Ponge)
Isidore Ducasse 4 Nisan 1846 günü, Arjantinlilerin kuşatması altında bulunan Montevideo'da (Uruguay) doğdu ve Prusyalıların kuşattığı Paris'te, Komün'den üç ay kadar önce, 24 Kasım 1870 günü öldü. Toplam olarak 24 yıl, 7 ay, 20 gün yaşadı. Ducasse henüz yirmi aylıkken annesi intihar ederek hayatına son verdi.
Şair hakkında araştırmalarıma başladığım dönemlerde (Nisan-Ağustos 2017) Londra’da yığınla charity bookshops ve kenarda köşede gizli kalmış (Oxford City-London) pek çok kitapçı gezmeme, üye olduğum kütüphanelere uğramama rağmen şairin doğumuyla, öğrenim için Fransa’ya gönderildiği Ekim 1859 yılı arasındaki on üç yıllık yaşamına ilişkin hiçbir bilgiye ulaşamadım. Sanırım bu yıllar herkes için gizemini korumaya devam edecek.
Beni ilk etkileyen satırlar…
“Tanrı'dan dilerim ki, yüreklenen ve okuduğu kitap gibi geçici olarak canavarlaşan okur, bu kasvetli ve zehirli sayfaların ıssız bataklıklarında sarp ve yabanıl yolunu şaşırmadan bulur; çünkü kesin bir mantık ve en azından kuşkusuna denk bir ruhsal gerilimle başlamazsa okumasına, bu kitabın saçtığı kokular tıpkı şekerin suyu içmesi gibi emecektir ruhunu. Bundan sonraki sayfaları her önüne gelenin okuması hiç de hayırlı olmaz; ancak pek az insan tadına varabilir, başını belaya sokmadan, bu acı meyvenin. Öyleyse, sen, çekingen ruh, böyle el değmemiş fundalıkların uzak derinliklerine girmeden önce adımlarını ileriye değil geriye at.” (Birinci Şarkı, 1869)
Nitekim, Maldoror'un birinci şarkısının ilk baskısında adı geçen lise arkadaşı Georges Dazet'nin adını ikinci baskıda kaldırıp yerine hayvan adları koyarak bizi Tarbes Lisesi'ne ve özel yaşamının bir dönemine götürecek yolun önünü tıkamak istemiştir. "On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini" diyerek sonsuzlaşmak, ölümsüzleşmek isteğini hiç de alçakgönüllü olmayan bir biçimde dile getiren (bu saplantıyla Şarkılar'ın birçok yerinde karşılaşacağız) ve arkasında anı bırakmak istemeyen, kısacık bir ömrü, üç dört yıllık bir edebi yaşamın geçmişini silmeye kalkışan bir bilinç: Uçurumla doruğun çelişkisi; uçurumla doruğun baş döndürücü çelişkili birliği.
Ama, her şeye karşın geriye bir şeyler kaldı: İki ad, iki kitap, altı mektup ve ilk kez 1977 yılında yayınlanan bir tek fotoğraf.
Lacroix ve Verboeckhoven'in 1869 yılında bastığı, ama dağıtmayıp depoda sakladığı Maldoror'un Şarkıları, Brüksel'deki Jean-Baptiste Rozez kitabevi tarafından 1874 yılında satışa çıkartıldı, ama hiçbir başarı kazanmadı.
1870 yılında yayınlanan Poesies I ve Il'nin, 1891 yılında Remy de Gourmont tarafından Ulusal Kitaplık'ta bulununcaya kadar, yirmi bir yıllık bir dönemde herhangi bir yerde izine rastlamıyoruz. Sonuç olarak, Isidore Ducasse/Comte de Lautreamont'un ve yapıtlarının okurla gerçek tanışmasının 1920'den itibaren, yani ölümünden elli yıl sonra gerçekleştiğini söyleyebiliriz. (Şarkılar’ın ve yaşamının diğer yarısını ikinci bölümde aktaracağım)
“Nasıl da mutsuzsunuz! Nasıl da acı çekiyor olmalısınız! Suçluları düşündükçe tüyleri diken diken olan anneniz, olanları bilseydi, şu anda benim olduğumdan daha yakın olamazdı ölüme. Ah! öyleyse nedir iyi ve kötü? Güçsüzlüğümüzü ve en saçma yollardan bile olsa sonsuzluğa ulaşma tutkumuzu, öfkeyle dile getirdiğimiz araçlar mıdırlar, tek ve aynı şey midirler? Yoksa birbirlerinden farklı iki şey midirler?”
“Ey ahtapot, ipek bakışlı! Sen, ruhu benim ruhumdan ayrılmaz olan; sen yeryüzü küresinin en güzel yaratığı; sen, dört yüz vantuzlu bir sarayın padişahı; sen, açık yürekli, uysal erdemin ve tanrısal iyiliklerin oybirliğiyle ve dile sığmaz bir bağla, kendi doğal yurtlarındaymışçasına, soylu bir şekilde yurtlandıkları sen, neden benimle birlikte değilsin, senin cıva karnın benim alüminyum bağrıma dayanmış, ikimiz kıyının kayalıkları üzerinde, seyretmek için bu taptığım manzarayı!”