Kimi insanlar küçük bir odada yaşamaktan, kendilerine ait büyük evlerde yaşayamamaktan yakınıyorlar. Lüks mobilyalar, halılar, tablolar ve daha bir sürü lüzumsuz süs eşyalarıyla doldurabilecekleri bir ev hayâliyle yaşıyorlar.
Mutsuz olmak istiyorlar yani.
Önce o evi tutabilmek için, daha sonra o evi doldurabilmek için ve sonrasında ise o evin bitmek bilmeyen giderlerini karşılayabilmek için, her defasında eskiyen eşyalarını yenileyebilmek için çok çalışmak zorunda kalacaklar. Kira ya da ev taksidini ödemek için çok çalışacaklar. O evi temiz tutmak için vakit bulamayacaklarından, temizlik için başka birisini çalıştırıp ona da ödeme yapmak için çok çalışacaklar. Gardolaplarını, daha uzun idare edebilmesi adına bin bir kıyafetle doldurabilmek için, hep çok çalışacaklar.
Mutfak dolaplarını, kullanmadıkları tencerelerle ve vakitsizlikten davet edemedikleri misafirleri için aldıkları, o hiç kullanamadıkları yemek takımlarıyla dolduracaklar. Belediye vergisi, TV vergisi vs. vs. derken, harcadıklarını kazanabilmek için çok çalışacaklar. Evlerine sadece bir iki saat oturup televizyon izleyebilmek ve uyumak için gidebilecekler.
Küçücük bir oda, içinde eski ahşap bir masa, duvara yaslanmış tek kişilik bir yatak, üç beş parça kıyafetin sığabileceği bir dolap, bir de kitaplar dolusu bir kütüphane ve gökyüzüne açılan küçük bir pencere...
Gelecek hayali kurmadan ‘an’da kaybolmak, ‘an’ı yaşamak ve kendini en sustuğun yerlerden dinlemek...
Hızla tükenen bir ömürde, temel ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz bir çalışma hayatı, sade bir yaşam ve huzurlu bir ortam, insanı mutlu edebilecek tek zenginlik aslında.
Tabii insanı köleleştiren zamane düzenlerinde, bu da bir hayâl...