Altı bin tane zeytin ağacını kesmek ile altı bin insanın kafalarını giyotinde kesmek arasında fark var mı acaba?
Sokaktaki kedilere tekme atmak ile sokakta oynayan çocuklara tekme atmak arasında bir fark var mı?
Bu farkların olup olmadığı görecelidir. İnsanların ruh haline, vicdanına, eğitimine, kültürüne göre değişkenlik gösterir. Din, iman aslında camilerde, sinagoglarda, kiliselerde dua etmekle, bağış yapmakla olmaz! Yaratıldığımıza inanıyorsak, bir Yaratan olduğuna iman ediyorsak, o zaman yaratanın tüm yarattıklarına saygı duymak zorundayız. Sevmek zorunda değiliz! Ama saygı duymak zorundayız!
İnekler Hindistanlılar için ne kadar önemliyse, zeytin ağaçları da o ağaçların gölgelerinde umut arayan, hayal kuran, gülümseyen, ağlayan insanlar için o kadar önemliydi. İyi bir şeyler yazmak için çırpınıyorum. Yani okuyanları gülümsetecek, okuyanların gönüllerine ferahlık verecek konular arıyorum. Ama bulamıyorum. Çünkü hayallerimizi, umutlarımızı, tebessümlerimizi, çocuk gözyaşlarımızı çalan hırsızlar var. Bu hırsızlar bir, üç, beş, on kişi değil. Yüz binlerce hırsız var. Aç gözlü, doymak bilmeyen, obur, obez hırsızlar! Ruhları intikam, kin, nefret ,düşmanlık ateşleri ile yanan hırsızlar!
Hayallerimizi, inançlarımızı çalan hırsızlar! Ukala, çok bilmişlik taslayan ama aslında cehalet timsali olan hırsızlar! Kibirleri, egoları çaldıkça şişen ve büyüyen hırsızlar! Sadece paramız, malımız, mülkümüz çalınsa gam yemeyiz ama çalınan umutlarımız, hayallerimiz, inançlarımız, onurlarımız ve sıra geldi ruhlarımıza! Şimdi ruhlarımızı çalmak istiyorlar! Ama bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlar! Bu konuda insan mühendislerine, psikolojik harp ustalarına, strateji uzmanlarına, müttefiklerin akil adamlarına danışıyorlar şimdi ve bizim için diyorlar ki ‘’ Bu koyun sürüsünün ruhlarını nasıl ele geçireceğiz?’’
İşte okuyanları gülümsetecek hayallerimizi bu yüzden yazmak istemiştim. Çünkü yazdığım her kelimenin ruhlarımızın koruyucu kalkanları olacağına inandım. Ama bulamıyorum. Ne yazayım? Hayallerimizi de çaldı hırsızlar! Hiç acımadan çaldılar! Kan, kin, ölüm, nefret, intikam, düşmanlık kol geziyor sokaklarda!
Şeytan kızmış ve almış başını gitmiş buralardan çünkü ‘’ Bana gerek kalmadı artık, meğer benden daha ustaları da varmış!’’ diye söyleniyor. Allah izliyor hepimizi! Belki de kullarının riyada, sinsilikte, samimiyetsizlikte ,kibirde, yalanda şeytandan ne kadar ileri gideceklerini görmek istiyor. Belki de Allah tüm bunları sonuna kadar izledikten sonra şeytanı bile affedecek ve ‘’ Seni de ben yarattım ve meğer sen en kötü değilmişsin!’’ diyecek! Bunları bilemeyiz! Bildiğim şudur ki, hayallerimizi, umutlarımızı çaldılar! Tebessümlerimizi, gözyaşlarımızı çaldılar! Yo sakın yanlış anlamayın gayrı! Siyasi, politik, ekonomik bir yazı değildir bu! Çünkü hırsızlığın siyaseti, politikası, ekonomisi olmaz! Olamaz! Kumpas ustaları var! İnsanların özgürlüklerini, üç yıllarını, beş yıllarını, altı yıllarını çaldılar! Ama aslında hepimizin ömürlerini çaldılar!
Hırsızlar kim?
Gören gözlere, işiten kulaklara, işleyen beyinlere bunu söylemeye gerek var mı? Eğer gözler görmüyorsa, eğer kulaklar işitmiyorsa, eğer beyinler işlemiyorsa o zaman sakın akil adamlara sormayın! Çünkü Onlar size cevap veremezler! Çünkü onların akil diye markalanmış beyinlerinin kendilerine bile hayrı yoktur.
Üç türlü akil insan vardır. Birinci tür akil siyasetin veya bürokrasinin kendilerine akil dediği sınıftan olanlardır. İkinci tür kendi kendilerine ‘’ Ben akilim!’’ diye kibirlenerek dolaşanlardır. Üçüncü tür akil ise hakiki akillerdir. Bunları ölümlerinden sonra tarih akil insan ilan eder. Mustafa Kemal Atatürk milletimizin son akil adamıdır.
İşte bu sebeple her ne danışırsanız danışın, akil adam sıfatı ile meydanlarda dolaşan fanilere sakın danışmayın! Şimdi hırsızlardan umutlarımızı, hayallerimizi, inançlarımız geri almalıyız! Bunu nasıl yaparız bilemiyorum! Ama mutlaka bir yolu vardır! Çünkü umut, hayal, öyle bir değerdir ki, onu kim, kimden, nasıl, ne zaman, niçin çalarsa çalsın, çaldığı o değer bir gün mutlaka asıl sahibine geri döner! Ama mutlaka geri dönecektir deyip kıçlarımızın üstünde beklemek de umutlarımıza, hayallerimize, imanlarımıza ihanettir.
Vefasızlıktır. Onları aramalıyız! Dağ, taş, soğuk, kar, fırtına, yangın, çöl, deniz, gece, gündüz demeksizin onları aramalıyız. Kayıp ilanı vermeden, miskin ve tembeller gibi beklemeden, gerekirse
Azrail’e bile meydan okuyarak aramalıyız!