Merhaba okumasını seven arkadaşlar!

Bugüne kadar gerçekten de çok yazdım. Yayınlanan, yayınlanmayan binlerce sayfa yazım var. Ama inanır mısınız bu yazılarımdan sadece iki sayfasını çok beğendim ve sadece bu iki tanesi beni çok mutlu etti. Hangileri mi? İlki ‘’ İsviçre Dağlarında kibir ve öfke duygularını ezen adam ‘’ ikincisi de ‘’ Lugano Gölü’’ isimlerini verdiğim çok kısa iki yazımdır. Neden mi? Hemen anlatayım efendim.

Çünkü bu iki yazı hiç kimseye ve özellikle kendime kızmadan yazdığım iki yazıdır. Huzur, mutluluk, sevgi, dostluk hissederek yazdığım iki yazıdır. Dünya beklentilerinden; ırk, dil, din, mezhep, milliyet, vatan, bayrak, devlet kaygılarından uzak kalarak yazdığım iki yazıdır. Bu iki yazıdan önce yazdığım tüm yazılar, ben yazmışsam ben yazmışımdır, inkar etmiyorum ama artık o yazıların hiç birisinin arkasında değilim. O yazılar gibi yazılar binlerce en yetenekli yazar tarafından milyonlarca yazıldı. İnsanoğlunun eline ne geçti? Bana daha önce yazmış olduğum yazıları getirsinler( mesela bin baskı yapmış olsa bile) asla okumam ve mümkünse yırtıp atarım. Çünkü hepsi kısır döngü, hepsi kavga, hepsi bocalama, hepsi acemi hayat hesaplaşmalarının çaylakça ve kötü anlatımı, hepsi harflerin ve kelimelerin yan yana dizilerek bir halt ettik sanılması, işte hepsi bunlardan ibaret. Ciddi bir yayınevinde, kitap olarak yayınlattığım, kitap olarak vatan kahramanlarına borcumu ödediğimi sandığım Yüzbaşı Murat isimli kitabım benim tek kitabımdır, bir yayınevinin basmaya cesaret ettiği başka ikinci bir kitabım yoktur benim, ama bunun  içinde boynum bükük. O kitabı da saymıyorum. Çünkü o kitabı yayınladığımda sandım ki bir daha terör olmaz, sandım ki bir daha şehit olmaz. Yanılmışım. Bir daha terör olmayacağına, bir daha şehit haberi duymayacağımıza inanacak kadar budala bir amatör yazarım ben. Üstelik bir kitap yazarak bu inancımı pekiştirmek gafletine bile düştüm.

Bu iki yazıyı yazdıktan sonra ben iyice anladım ki; ben aslında hiçbir şey bilmiyorum. Hatta ben kendimi bile bilmiyorum. Daha çok acemi çaylak bir insanım. Daha çok okumam, aklımı çok işletmem lazımdır. Ama tüm bunları ömrümün yarım asrını sekiz geçe idrak etmiş bulunuyorum.

Kendimle birlikte insanlığın ne kadar zavallı bir durumda olduğunu ve daha da acınası olmak için bu insanlığın tüm insanların ne kadar da büyük bir çaba içerisinde olduklarını tamamen idrak etmiş haldeyim.

Eski, tozlanmış kitapları, adı sanı duyulmamış yazarların el yazması kitaplarını satan bir çok üçüncü sınıf, tek yıldızlı kitapçılar var. Ne yazar tüm bu kitaplarda? Ne yazarsa yazsın ama öncelikle yazar kendi duygularını, kendi düşüncelerini, kendi aklından ve kalbinden geçenleri yazar. Yazar aslında kendi kendisi ile hesaplaşır veya kendi kendisine terapi yapar. Aslında yazar kendisini geliştiriyordur, kendisini eğitiyordur ve okurları da bu zavallı adamın kendini geliştirmesine yardımcı oluyordur. Yanlış anlamayın! Yazarlık, yazar olabilmek, iyi yazabilmek konusunu işaret etmiyorum geliştirilmek, eğitilmek derken. Tamamen insan olmaktan bahsediyorum.

Eğer bahsettiğim bu iki yazıdan ilkinde söz konusu biyografiye, karaktere tüm insanlar sahip olsaydı; ikincide de açıklamaya çalıştığım duygular tüm insanların kalbine hakim olsaydı eğer; yeryüzünde bundan böyle savcılara, yargıçlara, avukatlara, polislere, askerlere, gümrük kapılarına, vize işlemlerine, siyaset kavgalarına, siyasetçilere asla gerek kalmazdı. Belki devletler yine olurdu ama birbirleriyle harp etmek, birbirlerinin üstlerine kendi teröristlerini salmak için değil. Devletler o zaman sadece halklarının, milletlerinin ihtiyaçlarını, tamah etmeden, har vurup harman savurtmadan sağlamak için olabilirdi.

Bu nedenle eğer bundan sonra yazarsam; huzur, sevinç, mutluluk, şefkat hislerini tüm ruhumla yaşarsam yazmaya çalışacağım ki, okurlarımıza da böyle istisna ruh atmosferini yansıtabilme şansım olsun.

Yazsak ne olur, yazmasak ne olur, okusak ne çıkar, okumasak ne çıkar! Bir bakıma da böyle. Çünkü eğer yazacaksak illa ki sevinç ve mutluluk yazalım. Eğer okuyacaksak, öncelikle Yaratan İlahi Gücün yarattığı şu alemleri okuyalım. Yaratışın her bir milimetre karesinde milyonlarca sayfa kitap yazıldığını hissedelim. Kuşların neden öttüğünü anlamaya çalışalım. Bence kuşlar ve böcekler kesinlikle gevezelik olsun diye ötmüyorlar. Biz eksik, biz yarım, biz enayi insanlara bazı hakikatleri haykırıyorlar ve görevlerini yapıyorlar ama duyan kim? Dinleyen kim?

Eğer muhakkak okunacaksa , eğer kesinlikle okumak istiyorsak; Yunus Emre, Karacaoğlan, Ömer Hayyam, Aşık Veysel ustalarının yazdıkları var. Öncelikle onlar okunmalıdır. Bu ustalar yazı ustaları değildir, sevgi ustalarıdır, sadece sevgiyi anlatırlar.

Aynı ünlü gazetede yazan iki zengin, iki meşhur yazarın, yan yana köşelerinden birbirlerine sitem edecek kadar veya birbirlerini mahcup etmeye çalışacak kadar marifet sayılan  yazmak denilen illet;  artık çamaşır makinelerinin olmadığı devirlerde ayaklar altında kirli çamaşırların çiğnenmesi kadar bayağıdır, sığdır.

Siyasete veya bazı cemaatlere veya iktidara yaranma ve karşılığında bir pay bekleme zanaatı olmuştur yazı.

Sadece iki yazı diyorum arkadaşlar. Birincisi İsviçre Dağlarında Kibir ve Öfke Duygularını Ezen Adam. İkincisi de Lugano Gölü.

Diğer tüm yazılarımı kaldırın çöpe atın ve sakın ha eğer birileri günün birinde size satmaya kalkarsa bundan gayrı yazılarımı, beş kuruş bile vermeyin, günahtır. Bir satırını bile okumayın, zamanınıza ve gözlerinize günahtır.

Elbette o yazıları yazarken kimseyi kandırmadım veya dün dündür, bugün de bugündür demiyorum. Söylemek istediğim ben bahsettiğim bu iki yazı haricinde şimdiye kadar tek kelime düzgün, doğru, olumlu, ipe sapa gelir bir şey yazmamışım ve elbette buna çok üzüldüm.

Üçüncü yazı olarak bu yazıyı da sayabilir miyiz ipe sapa gelir bir yazı olarak? Hayır! Kesinlikle hayır! Bizi yaratan;  bize öncelikle baharın, kışın, yazın, güzün yazdıklarını; kuşların anlattıklarını okumayı nasip etsin.

Hiç kimse önce kendisini, sonra doğayı, sonra da Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, Aşık Veysel’i, Ömer Hayyam’ı okumadan babasına, kardeşine mektup yazmaya bile kalkışmasın.

Ve benim bu dünyada sadece iki yazım var.

Başka varsa yazdığım yırtın gitsin veya kışın sobada, kalorifer kazanında yakın. Ama sakın paranıza, zamanınıza, gözlerinize yazık etmeyin. Emin olun, naneli sakızların kağıtlarındaki iki kısa satırlık maniler çok daha güzeldir benim daha önceki yazılarımdan.

Bu bir özeleştiri değildir. Bu bir yargılamadır. İki yazım hariç tüm yazılarımı idama mahkum ettim ve hepsini astım. Astığım cesetlere, çürümüş kemiklere sakın para vermeyin. Karikatür ,mizah dergilerini okuyun ille de bir şeyler okumak isterseniz. En azından gülersiniz. Paranız boşa gitmez.

Kendimi bana ferahlık veren bahsettiğim iki yazı gibi başka yazılar yazacak seviyede, beceride, cesarette hissedersem yazarım ve sunarım ama bu iki yazım dışında hiçbir yazımın arkasında değilim artık. İmzası ve vebali benimse de her ne yazmışsam inkar etmiyorum imzamı ama reddediyorum tüm safsatalarımı.

Yani benim bu iki yazım haricindeki tüm yazılarım Yontma taş devrindeki yontulmuş taşları anlatmak gibi geliyor bana. Taş işte, nesini anlatacaksın?

Eğer anlatılacaksa bugüne dair, yarına dair, geleceğe dair ferahlık vermesi lazım anlatılanların. Bahsettiğim iki yazı dışındaki tüm yazdıklarım için önce kendimden özür dilemeliyim. Sonra yakınlarımdan, sonra okurlarımdan ve sonra da onların meşgul edildiği kağıtlardan, bilgisayar ekranlarından. Evet!  Özür dilemeliyim ve diliyorum. Yazmak çok önemlidir. Eğer küçük çocukların sokak duvarlarına, okul tuvaletlerine yazar gibi yazmak istemiyorsak; azacaklarımızın tarihe ve gelecek nesillerimize bir not, bir uyarı, bir müjde, bir hatırlatma olduğunun bilincinde olarak yazmalıyız.

Yine de gönlümün rahat olduğu konu şudur ki; amatör, profesyonel gazetecilerin, yazarların, televizyoncuların çok büyük çoğunluğunun ortak hatası;   okurların, izleyicilerin aptal, enayi, önlerine ne konursa yalayıp yutan canlılar olduklarını düşünmeleridir.

Ben bu hataya hiç düşmedim.

Saygılarımla.

www.tarazastana.com