12 Eylül\'den sonra 28 Şubat\'ın da yargı alanına girmesi hayırlıdır. Ancak bu süreç, sağduyu ile, arşivler dikkate alınarak, yazılan ve yapılanlar iyi incelenerek, var olan hukuk kuralları içinde hareket edilerek yürütülmelidir. Her alanda ama özellikle medyada \'dün dündür bugün bugündür\' anlayışı ile hareket edenler bilinmelidir.
Bu sayfada 8 Nisan 2012 günü yayınlanan \'28 Şubat\'ın gerçek mağdurları\' başlıklı yazımızda, sembolik de olsa, 12 Eylül 1980 darbesi yargılanırken biz \'28 Şubat\' süreci ile ilgili tartışmalar konusunda şu ifadelere yer vermiştik: \'12 Eylül\'ün yargılanması süreci bütün sıcaklığı ile devam ederken, ayrıca on beş yılını dolduran 28 Şubat, kıyısından köşesinden, özellikle tek taraflı bakılarak tartışılıyor. Bu yazının ana konusu da 28 Şubat olacaktır. Çünkü birkaçı dışında, dönemin bütün tanıkları ortada.\'
Özetle her iki dönemi iyi anlamak için arşivlere bakmak lazım geldiğine işaret etmiştik.
Makalemizden dört gün sonra, yani 12 Nisan Perşembe günü, 28 Şubat\'ın önemli aktörlerine yönelik, ülke çapında soruşturma başladığını, bu satırların yazıldığı saatlerde bazı önemli isimlerin ifadeye çağrıldığını, Ankara\'ya götürüldüğünü gördük. Süreç devam ediyor, gelişmeleri izliyoruz...
Aynı günlerde, Nazlı Ilıcak\'ın, 12 Eylül öncesinde yazdıkları ile Ali Kırca\'nın 28 Şubat sürecine yönelik sözleri arşiv alıntıları olarak \'Sosyal Medya\'da yer aldı.
ARŞİVLER AÇILMAYA BAŞLADI GİBİ
Nazlı Ilıcak 12 Eylül\'e giden yolda neler mi yazmış? İşte bir iki örnek:
\'13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor: Merhaba asker...
Bir, iki, üç... Ama bir gün gelir ordu, madem tek başına beceremiyorsun, şöyle çekil kenara çekil de gölge etme deyiverir.\' (17 Haziran 1979, Tercüman)
\'Bırakalım ikinci sınıf meselelerle hükümet uğraşsın, halkta antipati doğacaksa, o üzerine çeksin. Yıpranacaksa ordu değil, siyasi iktidar yıpransın. Zira iktidarların alternatifi her zaman bulunur ama silahlı kuvvetlerimiz tek ve alternatifsizdir.\' (08 Aralık 1979, Tercüman)\'
Bir de 28 Şubat süreci zirve günlerini yaşarken düğmeye kim bastı sorusunu kendisi sorup \'düğmeye ben bastım\' diyen Ali Kırca\'nın bu ifadesini Oral Çalışlar 9 Mart 2012 tarihinde Radikal\'deki köşesine taşımıştı.
Tabii biz bu satırları Ilıcak ve Kırca\'yı suçlamak için alıntılamadık. Dönemin şartlarında, gerek dergileri aracılığı ile gerekse cemaatlerin sohbet ortamlarında, gerekse bir partinin yayınladığı bildiri (ki, o bildiri dava konusu bile oldu) dönemim şartları içinde yaşanan ölüm ve benzeri müessif olaylara karşı sıkıyönetim uygulamalarının; ordunun daha etkin olması isteniyordu. 12 Eylül olduğunda herkes rahat bir nefes aldı ve dahası \'ordudan\' nasıl hayırhah bir şekilde bahsedildiği manidardı. Ancak, 13 Eylül\'den sonra başlayan, insanlık dışı, zalimane uygulamalar işin şeklini değiştirdi.
Bu konunun ayrıntılarına daha fazla girmeyeceğim. Ancak, önemli gördüğüm bir hususu daha sizlerle paylaşacağım. Bunlardan birincisi 8 Nisan 2012 tarihli Hürriyet Pazar ekinde Tolga Tanış imzalı \'JUSMMAT\'a ait kitaptan 12 Eylül alıntıları\' başlıklı haber. Haberde James Spain\'in \'American Diplomacy in Turkey\' adlı kitabından bölümler yer alıyordu. Kitap\'ta 12 Eylül darbesi için \'Tabii ki CIA yapmadı. Müdahale başarılı oldu. Mutlaka Pentagon olmalı...\' ve \'Rogers Planı altındaki Yunanistan\'ın NATO\'ya entegrasyonu ilan edildi\' ifadeleri, malumu ilanın tekrar hatırlatılması bakımından dikkat çekiciydi.
TÜRK- ABD İLİŞKİLERİ TARTIŞILMALI MI?
İkinci hususa gelince, yukarıda belirttiğim yazıma gelen yorumlardan ve Tolga Tanış imzalı haberden hareketle bazı detayları sizinle paylaşmak istiyorum. 12 Eylülcülerin anayasasına o yıllarda keyifle ve iştahla onay veren elit ve karşı çıkanlarla ilgili olarak, herkes elini vicdanına koysun ve düşünsün.
Türkiye\'de soğuk savaş döneminde 1950 ve sonrasında muhafazakârlık-ABD doktrini ilişkisi sorgulanmadan, darbelerin anlaşılması mümkün müdür? Bu bakımdan 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde Amerikancı-statükocu-muhafazakâr kesimlerin rollerini de tartışmamız gerekmez mi?
Yıllardır, \'Türkiye\'de milli güvenlik rejimi vardır\' tezini savunan Hikmet Özdemir, o dönemde, eserlerine karşı kayıtsız kalındığını özellikle hatırlatmak isterim.
Bizler o günleri hatırlıyoruz. Çilesini hemen herkes gibi çektik. Gençlik, polis, işçi, öğretmen, memur, esnaf bölünmüştü. Her gün onlarca insan hayatını kaybediyordu... İnsanlar, \'Kurtaracak kimse yok mu?\' diye birbirle-rine soruyordu...
Ardından, 12 Eylül anayasasını halk çok yüksek oyla kabul etti. Artık eski yasalar ve uygulamalar geçerliliğini yitirdi. Birçok kurum kaldırıldı (sözgelimi Senato) yeni kurumlar kuruldu (misal YÖK). Peki, şimdi biz 12 Eylül yasalarını uygulayacağız; ama 12 Eylül\'ün başındaki adamı eski kanunla yargılayacağız. Kenan Evren\'e ders kitaplarında ne diyeceğiz. Reisicumhur mu? İhtilalci mi?
SÜREÇ SAĞDUYU İLE YÜRÜTÜLMELİ
Daha vahimi onun atadığı, seçtiği, onayladığı kişiler ne olacak? İmzaladığı evrakları geri mi alacağız? Belgelerden adını kazıyacak mıyız? Resimlerini indirecek miyiz?
Dahası, İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden ceza hukukçusu Prof. Dr. Ersan Şen\'in, \'Her şeyden önce Kenan Evren ve dönemin komutanları hakkında \'dokunul-mazlık\' nedeniyle soruşturma ve kovuşturma yapılamayacağını\' defaten yazılı ve görsel medyada ifade ettiği biliniyor.
Bütün bu açmazlara rağmen, pek çok insanı hayretle ve şaşkınlıkla izliyorum. Kendi kendime \'koro hep bir ağızdan söz birliği içindeyken, akıntıya karsı kürek mi çekiyorum?\' diye de sormadan da edemiyorum.
Ayrıca, bu süreç, sağduyu ile hareket edi-lerek, arşivler dikkate alınarak, yazılan ve yapılanlar iyi incelenerek, var olan hukuk kuralları içinde hareket edilerek yürütülmelidir. Her alanda ama özellikle medyada \'dün dündür bugün bugündür\' anlayışı ile hareket edenler bilinmelidir.
(Yeni Şafak)