Sivil toplum temsilcileri mağdur, üniversite öğretim üyesi ve öğrencileri mağdur, bürokrasi mağdur, iş hayatı, özellikle Anadolu sermayesi mağdur, siyasetçiler mağdur, medyanın bir kesimi ve gazeteciler mağdur, sendikalar mağdur... Tabii askeriyeden atılanlar mağdur... tek suçlu da Erbakan (mı?)
Eylül Anayasa referandumunun ardından yapılan açıklama ve değerlendirmeler, bundan sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yönündeydi; öyle de oldu. Soruşturmalar ardı ardına gündeme geldi. Son olarak, 28 Şubat'a yönelik bir, ikinci ve üçüncü dalga ile bu süreç devam ediyor..
Bu sürece yönelik yaşanan hadiseler değerlendirilirken, o günkü tüm şartları ve sebepleri göz önünde bulundurmalı. Ne yazık ki, bu böyle yapılmıyor.
İnsanlar, hadiselerin üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra yaptıkları değerlendirmelerde genelde, kendi içinde bulundukları zamanın şartlarına ve çoğu kez de, tamamen geleceğe yönelik, yine kişisel menfaat hesaplarına göre görüş ileri sürerek hareket ediyor.
Bu durum, hemen her konuda olduğu gibi, son zamanlarda ülkemizin gündemini meşgul eden konularda da böyledir.
Böyle değerlendirmelerde ise, genelde, hadiselerin temelinde ve arka planlarında yer alan bilgiler değil, oluş şekilleri ve sonuçlarının yer aldığı vitrin bölümündeki bilgilere itibar edilmektedir. Vitrini kim tanzim etmiş ve bu bilgileri kim vitrine koymuş, ona bakılmıyor. Geriye doğru baktığımızda, bu durumun, ta Tanzimat'tan bu yana geçerli olduğunu görüyoruz.
VİTRİN GERÇEĞİN TAMAMINI YANSITMIYOR
Aslında, Sultan Abdülaziz Han'ın önce hal, sonra katledilmesinden 31 Mart Vaka'sına ve oradan 6-7 Eylül (1955) hadiselerine kadar, vitrini dizayn edenler her dönem tahmin edilmesine rağmen, kesin olarak "şudur" diye bu açık açık ifade edilmiyor.
Birtakım başka beklentilerimiz olduğu için, 28 Şubat konusunda olduğu gibi, diğer konularda da gerçeği ifade edenlerin seslerine kulak vermiyoruz.
Her hadisenin bir yerlerde izleri vardır ve iz takipçileri onları bulur. Bulmalıdır da. Bu anlamda 27 Mayıs'tan 12 Mart'a, 12 Eylül'den 28 Şubat'a ve hatta 27 Nisan e- muhtırasına kadar, hukuk dışı süreçlerin en iyi izleri, görsel ve yazılı medyamızın arşivlerinde vardır. Buna baktığımız takdirde eğri ile doğru kendiliğinden ortaya çıkar.
"HEPİMİZ KULLANILDIK"
Murat Aksoy'un İsmet Berkan'la 28 Şubat'a yönelik olarak yaptığı röportaj, geçen gün Yeni Şafak'ta "Hepimiz Kullanıldık!" başlığı ile yayınlandı. Berkan, o röportajda şunları söylüyor: "... Kendine vazife çıkaran, başta bazı STK'lar ve sendikalar oldu. Yargı, düzenlenen brifinglere katıldı. Ve bence 28 Şubat'ta en büyük rolü hiç kuşkusuz medya üstlendi. Üstelik özellikle merkez medya buna neredeyse gönüllü oldu..."
Yine aynı noktaya işaret eden Cengiz Çandar, Taraf'ta 16 Nisan 2012 günü yayınlanan röportajda, "28 Şubat'ta medyanın rolü neydi?" diye soran Neşe Düzel'e şu cevabı veriyor:
"Zafer Mutlu ve Ertuğrul Özkök merkez medyanın iki genel yayın müdürüydü. Sabah ve Hürriyet, 28 Şubat'ın meşrulaştırılması ve kamuoyuna enjekte edilmesinde başrolü oynayan iki ana gazete oldu.
Medyada, Milli Güvenlik Akademisi'nde ders alan ve ders veren gazeteciler kimler? Bunlar somut olarak ortaya çıkmalı...."
TEK SUÇLU ERBAKAN MI?
28 Şubat, diğer adıyla Batı Çalışma Gurubu"na yönelik yazılıp çizilenlere bakınca herkes mağdur ve tek suçlu da Erbakan.
Sivil toplum temsilcileri mağdur, üniversite öğretim üyesi ve öğrencileri mağdur, bürokrasi mağdur, iş hayatı, özellikle Anadolu sermayesi mağdur, siyasetçiler mağdur, medyanın bir kesimi ve gazeteciler mağdur, sendikalar mağdur... Tabii askeriyeden atılanlar mağdur...
Bu kadar mağduriyetin yaşandığı bir ortamda insan sormadan edemiyor: Refahyol iktidarının gitmesine yönelik "İstenmiyorsunuz" demeçlerini kim verdi ve manşet oldu?
Yürüyüşleri, birtakım "Bilgilendirme Toplantıları"nı kimler düzenledi?
Bir araya gelen STK'lar adına bildirileri kim veya kimler açıkladı?
Gazete manşetlerine, ana haber bültenlerine birinci haber olarak kimler konuk oldu ve iktidarın gitmesi gerektiğine dair açıklamalarda bulundu?
Tüm bunları iyi bilmek lazım. Çünkü ortada çok ciddi bilgi kirliliği oluşturulmakta ve karalama kampanyası yürütülmekte. Hâlbuki çok basit bir yöntemle, mesela, internete girip, "28 Şubat, manşetler" ve benzeri soruları sorduğumuzda her şey önünüze gelir.
ELİNİZİ VİCDANINIZA KOYUN
Geçmişte " Bizden Refah'a bir damla su akmaz" diyenler, hâlâ aynı anlayışla hareket ederek, dönemin başbakanı (merhum) Necmettin Erbakan'ı tek başına sorumlu tutan tavırları, hakkaniyet ölçülerine ne kadar sığar?
Hükümetin diğer ortağı Tansu Çiller'in, "Başbakanlığı bana devredersen olaylar yatışır, asker yumuşar" tarzı davranışlarının psikolojik bir baskı unsuru olarak, bu konuda hiç mi etkisi olmadı?
Bugün demokrasi adına, milletin temsilcilerinin yanında yer alanlar, o dönemde yine milletin temsilcileri olan Refahyol Hükümetine karşı aynı anlayışla mı davranarak tavırlarını sürdürmüşlerdi?
Anlaşılan o ki, hâlâ vitrine bakılıyor, bakıyoruz. Hâlbuki herkesin elini vicdanına koyup, gerçekleri ifade etmesi gerekmez mi?
NOT: Son zamanlarda Fethullah Gülen Hoca ve cemaati adına gündemdeki konularla ilgili açıklamalar yapmaya başlayan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın, 24 Nisan 2012 tarihli açıklaması, bu kez Gülen'in 28 Şubat sürecinde darbecileri desteklediği yönündeki eleştirilere cevap niteliğindeydi.
Bu da yazımızda işaret etiğimiz gibi, sürecin askerlerin dışında da tartışılması ve özeleştiri yapılması gerektiğinin bir işareti olsa gerek.
[email protected]
(Yeni Şafak'tan alınmıştır)