Şarap kokan geceye boyanmış dudaklar buram buram geçmişin konuşmuşluğu kokarken, uyandıklarında gün çoktan gecenin izini silmişti ruhlardan.
Kayıp diyarlarda, kimliksiz medcezirlerde uzun uzun sürüklenmiş gibi boşalmıştı adeta kadının varlığı.
Bomboştu... İçindeki o kız çocuğu bir süredir hiç susmazken, dün geceyi yas ilan etmişti çünkü.
Çocuk hiç durmaz ağlamıştı bütün gece, görünürdeki ise çılğınlığa şapka çıkartmıştı. (Erkekler bilmez belki ama kadının içindeki o çocuk nefes almayı keserse, o kadın ölür.) Sessiz sessiz ağlamıştı çocuk, bir kabulleniş, bir tutsak olmuşluk hali ile, teslimiyete attığı imza boncuk boncuk akıyordu gözlerinden. Mutlu değildi, hemde hiç...
Kahvesini alıp bahçenin tazeliğini ciğerlerine soluduğunda, karşı kaldırımda oturan bir kız çocuğuna takıldı gözleri. Tek başına kaldırımda oturmuş birini bekliyordu sanki. Hava sıcaktı, ama soğuktan titriyor gibi büzüşmüştü çocuk, etrafına bakamayacak kadar korkmuştu sanki birşeylerden. İçinden bir parça alev aldı sanki kadının, tüm ruhunu vücudunu kavurmaya başladı. Zorla kendini sandalyeye birakıp bir sigara yaktığında çocuk hala kıpırtısız duruyor ve için için ağlıyordu karşı kaldırımda. Üzerinde eski zamanlardan kalma, yıkanmaktan rengi kaçmış bir kıyafet, ayağında kendisine bir kaç numara büyük gelen terliklerle kucağında sıkı sıkıya bir kaç kitap tutuyordu.
Gırtlağında düğümlenen o tanıdık acı ile kendini hatırladı birden, gözleri doldu, genzi yandı ama akmadı yaşlar, akmayacaktıda, söz vermişti, ağlamayacaktı artık geçmiş için. Yıkanmayan yakalar, iki beden büyük gelen önlükler, kaplanmamış kitaplar... Bunlar yüzünden kaç kez alay edildiğini, tek ayak cezası aldığını okulda. Kırmızı kurdele alamadı diye babasından yediği dayağı. Annesinin onu koruyamayışını. Sağda solda bulduğu her yazılı kağıdı son noktasına virgülüne kadar nasıl hayranlıkla okuyup ögrendiklerini unutmamak için geceleri dua gibi sayıkladığını. İşte tamda bu yüzden çok büyülü gelirdi kadına hep kelimeler. Öyle güzel şeyler anlatırdı ki kelimeler onun o acımasız dünyasında yan yana geldiklerinde. Anlamını bilmeden bile gözlerini kapayıp yazıları görürdü rüyalarında.
Gizlenmiş geçmişi, pusuya yatmış öyle anlarda sıkıyorduki kurşunu... En hazırlıksız anını öyle biliyordu ki. Gene en zayıf yerinden en beklenmedik anda vurmuştu. Çocukluğu. Bu sefer sıyırıp geçmemiştide kurşun, kalbinin tam ortasına saplanmıştı. Nefesinin kesildiğini hissetti kadın. Gözlerini sıkı sıkıya yumarak derin bir nefes daha çekti sigarasından. ‘Peşimden gelmeyi bırak artık, lütfen. Seni taşımaktan çok yoruldum ben.’ Diye yalvarırcasına dökülürken sözler dilinden adamın dokunuşuyla irkildi.
‘İyimisin?’ dedi adam.
Bugulanmış gözlerini karşı kaldırımdaki kıza diken kadın başını hayır anlamında salladığında farketti adam kız çocuğunu.
‘Dokunma bana lütfen!’ dedi kadın adama, ‘Lütfen dokunma!’.
Sessizce kadının yanındaki sandalyeye oturup beklemeye başladı adam.
Sokaktan bir kadının çığlık sesi gelene kadar sürdü suskunlukları. Sinirli bir kadın bağıra çagıra çoguğun yanına geldi, çocuğun kafasına iki tokat geçirip, kolundan çekiştirerek sürüklemeye başladığında, kadın birden yerinden fırladı ve o an adam kadının bileğini yakaladı. ‘Yapma!’ dedi. ‘Tanıyorum kızın annesi o, yapma!’. Donakalmıştı kadın. Annesi mi? Bir anne çocuğuna bunu nasıl yapar ki?
Tüm vucudunu saran öfke, acı, isyan, yaşanmışlıklar, kalbinin tam ortasından yayıldı evrene.
Doğurup, çıkarıp atmak istiyordu tüm geçmişi içinden.
Üstüne basa basa, eze çiğneye yürüdüğü acıları birer diken olup yırtıyordu artık benliğini. Kan revan içinde daha ne kadar dayanabilirdi gülücüklerle maskelemeyi herşeyi. Ya bir kerede doğurup kurtulacaktı hepsinden ya da bir ömür yavaş yavaş sürünecekti her an yeni bir yara alarak.
İşte o an karar verdi kadın, ne pahasına olursa olsun bu doğuma hazırlamalıydı kendini.
Zayıflıklarına değil güçlü yönerine yönelip, önce onları beslemeli ve ardından güçsüz kalacak diğer yarısını bir sancıda doğurup atmalıydı içinden.
Affetmekle başlamalıydı. İlk önce kendini, ögretmenini, arkadaşlarını, babasını, annesini, ilk aşkını, son acısını, dostunu, düşmanını bir bir affedip özgür bırakmalıydı kendini yılların yükünü atabilmek için sırtından. Atsın ki doğururken doğabilsin yeniden.