İnsanoğlu hep ileriye yol almak mükemmelliğe ulaşmak istiyor. Hayat mücadelesi de bu yönde. Yüksek idealler, hayaller peşindeyiz..


Türkiye de yeni kentsel yapılanma ve dönüşüm sürecine kendini kaptırmaya başladı. Kentleri oluşturan ve sembolize eden tarihi yapıların dışında; yeni inşaat projelerinin pek de kentsel imaj derdinde olduğu söylenemez.


Elbette ki kentlerin dünya şartlarında toplumun ihtiyaçlarına cevap verebiliyor nitelikte yapılanması gerekmekte. Bu gereklilik kentleri hızlı bir şekilde dikey bir yapılanma gerekliliğine götürdü. Tabi bu ‘dönüşüm’ yeni değil, ancak biz yeni anlamaya çalışıyoruz. Bu dönüşüme de artan nüfusla birlikte, tüketim ve yaşam biçimlerinin hızlı değişmesi ve dar “kentsel” alanlara yoğunlaşma eğilimi gösteren insan toplulukları neden olarak gösteriliyor.

 
Dikey yaşam, gökdelenlerle veya plazalarla bezenmiş büyük kentlerin yeni modern yaşamını ifade etmek için kullanılan yeni bir kavram...  Maksimum kalite içinde kısıtlı bir yaşam bizi bekliyor.
Bu yapılar; uzun soluklu hayat içinde; yuva mı, barınak mı, yoksa sığınak mı olacak?  Karmakarışık yapılanma içinde, yaşam artık yukarıya, başdöndürücü yüksekliklere taşındı.

 
Yeni kaliteli yaşamın çerçevesi sanki Ata’mızın ünlü “İstikbal, göklerdedir.” veczinin anlam kaymasına uğramış bir versiyonu olarak karşımıza çıkıyor.


Kentler, yaşayan mekanlar olarak kültürel ve toplumsal kimlikleri içinde barındıran dinamik yapılar.
Kent, sadece insanlar için kurulan işlevsel bir “kabuk” değil, toplum yaşamının etkileyici ve dönüştürücü bir parçası. Gökdelenlerin görünümü ve işlevleri bunlara aldırmadan 22. yüzyıla hazırlanıyor. Kırmızı damlı, bacası tüten, ruhu olan yapıların aksine, binaların boyları uzuyor, parlak camlarla süsleniyor. Dev aynaları anımsatıyorlar. O kadar çok yansıma arasından kendi aksimizi bile seçemiyor, şehri göremiyoruz. Göz görmeyince de gönül katlanıyor. Bu olumsuz gidiş canımızı daha az acıtıyor.


Hayatın yoğun baskısına şehirlerin de türlü türlü sıkıntıları eklendi. Dikey yaşam, olumlu anlamda çağdaş insan yaşamıyla öyle eş değer gösteriliyor, özendiriliyor ki bu durum, ‘kentli olmak, kentin ruhu, kentin tarihi, kimliği, gelecek nesil’ gibi olumsuz etkilenen bir dizi sistem sorunlarının maskelenmesine ve önemsizleşmesine neden oluyor. Soluk almak isteyen, rahatlamak ve dinlenmek isteyen bizler; doğaya yakınlaşarak huzur bulmaya çabalarken, kendimizi doğaya özlem duyar bir halde bulduk  ve öyle görünüyor ki bulmaya devam da edeceğiz.


Bir bölgenin, şehrin, gelişmiş, kalkınmış, medeni olmasının göstergesi, asırlar öncesinde büyük meydanlar ve çeşmeler iken;  günümüzde çok katlı yüksek binalar, gökdelenler  modern olmanın ilk şartı haline geldi. Bir dikili ağacımız yok hüznü, şu dikilen yeni binada ‘kartal yuvası gibi dairemiz neden yok?’ “yüksek” gayesine dönüştü. Belki bu bir sınavdır... Dikey geçiş sınavı gibi...  Olabilir mi?


"Yaşanabilir ve Estetik Şehirler" konulu 4. Yerel Yönetimler Sempozyumu’nda,
Başbakan Erdoğan bu konuda yaptığı konuşmasında; ‘Tarihi eserlerin reklam panolarıyla, cam giydirmelerle gaspedilmesinden hoşnut olmadığından ve yüksek binalar inşa etmenin maharet olmadığından  bahsetti. Başbakan Erdoğan,  binaların en fazla zemin artı 4 ya da 5 kat olması gerektiğini belirtirken, "Bunun daha üzerine çıkmamalıyız. 40, 50, 80 katlı bina estetik olmaz mı? Olabilir. İnkar etmiyorum. Ama insanoğlu toprağa yakın yaşamalı. Çocuklarımızın rahat rahat inip çıkabileceği konutlar inşa etmeliyiz" diyerek uyarılarda bulundu.


Şehir planlamasının ne kadar önemli olduğunu fark etmek ve ettirmek  işe yaramıyor ne yazık ki. Herhangi bir yükseklik korkusu hissetmeden, park ve yeşil alanlar, rant uğruna gün geçtikçe eriyip yokoluyor. Kentsel yapı, teknik yapı, altyapı, üstyapı planlanabiliyor ancak derinlere inerek tartışılmadan, düşünülmeden başka hesaplara kurban edilerek...


Yapılar dikeyleşirken bir boşluk bırakıyorlar. Ancak, bu boşluk, eskiden olduğu gibi geniş meydanlar değil. Tavanı gökyüzü olan, insanın içini daraltan, klostrofobik koridorlar bunlar. İnsanlar, geleneksel birikimi olan, herkesin herkesle buluşabildiği, aidiyet hissi veren, aynı zamanda özgür meydanlardan giderek uzaklaşıyor. Şehrin kalbinin attığı hareketli meydanların ve alışveriş ve “piyasa” caddelerinin görevini alışveriş merkezleri güya “devralıyor”. Yürüyen merdivenleri ve oyuncaklı iç hacimleri  ile insanları içine çeken bir havaları var bu yapıların belki. Ancak asla “doğanın içinde” ve o kente özgü bir kültürel kimlik oluşturamıyorlar. Çünkü  sosyal, kültürel işlev taşımayan ama taşıyormuş gibi görünen  kapalı alışveriş merkezleri, sadece daha fazla ve “verimli” tüketim yapmaya olanak sağlayan hatta zorlayan mekanlar.


“Alışveriş merkezinde yapabileceğiniz en iyi 3 şey nedir?” diye sorsam  alabileceğim yanıt,  bir şeyler satın alma eyleminin çeşitlemelerinin dışına pek çıkmaz. İletişimsiz ortamların insanları daha da pasif hale getirdiği kanısındayım. Saatlerce para harcamadan bu mekanlarda dolaşmak adeta imkansız.  Herkesten önce siz kendinizi yadırgar, utanır, sıkılırsınız.


Amerika’da, Japonya’da, Avrupa’daki büyük şehirlerde ve Dubai’de, gösterişli yüksek binaları gezmek ve şehrin manzarasını seyretmek için asansör turları çok popülerdir. Tarihi yerleri veya müzeleri görmeden ilk yapılacak iş olarak tavsiye edilir. Şehir manzarasını yaşamak, ufku görmenin rahatlığını hissetmek, uzaklara bakmak için;  binanın ücretini ödüyorsunuz. Yapının en üst noktası terasına çıkıyor, manzarayı temaşa ediyor ve teknolojinin ulaştığı en yüksek noktayı hissedebiliyorsunuz. Bu bir başarı sembolü olarak görülüyor.


Bu gelişmelerle birlikte; psikolojinizi olumlu etkileyen, güzel duygularınızı harekete geçiren, kentli olmanın verdiği sahiplenici hisle çıktığınız mahalle veya sokak hatta semt yürüyüşleri, yakın gelecekte artık hiç de zevkli bir şey olacakmış gibi görünmüyor. Restorana, cafeye gitmek, eğlenceli bir şeyler yapmak için binaların içine girmek ve asansöre binmek gerekli ve hatta zorunlu oldu. Sokaklarda şehrin garip, mekanik uğultuları kaldı.  Hava almak için caddelerde dolaşmak bir mesele; bir adım ötesi başka bir bina girişi. Böyle dikey bir dokunun mantığı ile bakılınca Bahreyn’de bir hastanenin acil bölümünün binanın ikinci katında olması bile şaşırtıcı gelmiyor !!