Türk insanının büyük çoğunluğunun birinci olmasa bile, en azından ikinci olarak “yapmak isterim” dediği bir meslektir öğretmenlik…

Daha ilkokul sıralarındayken başlar bu hayranlık…

Çocuk, anne ve babasından sonra, kendisi için görevlendirilmiş bir melek gibi görür öğretmenini…

Hatta belli dönemlerde, öğretmene olan sevgisi ebeveynlerinin bile önüne geçer…

Bana göre bu durumun sebebi; çocuğun hakları ve sorumlulukları noktasında öğretmenin anne ve babaya göre daha ikna edici şekilde davranmasıdır...

Örneğin; ona gösterdiği sevgide abartıya kaçmaması, şımartacak biçimde ödüllendirme yapmaması, sorumluluklarını gerekçeleri ile birlikte öğretip uygulatması, öğretmeni aile karşısında 3-0 öne geçirir.

Çocukların kendilerine yetemedikleri küçük yaşlarda; anne ve baba tamamen onların fiziksel ihtiyaçlarına odaklanır…

Beslenmesiyle, sağlığıyla, giyimi kuşamıyla, eşyası ve oyuncağı ile ilgilenirler sürekli…

Halbuki çocuğun o dönemdeki temel ihtiyacı, bunların çok çok ötesinde,  “sınırsız güven duyabileceği” bir refakatçi bulabilmektir…

Aile bu hususa duyarsız kalınca, haliyle devreyi öğretmen tamamlar!...

Karşı tarafa duyduğu güven oranında, artık çakralarını açmaya başlar çocuk!...

Enerjisini, yeteneklerini, kişiliğini çekinmeden sergiler…

Anne ve babanın koruma içgüdüsüyle, “yapma, etme, gitme” şeklinde koyduğu yasaklardan gına gelmiştir zaten!...

Hayatı yaşayarak öğrenmek zorunda olduğunu bilen çocuk; bu yasakların anlamını bir türlü kavrayamayınca, en sonunda özgürlüğü için karşısındakilerle çatışmaya karar verir!...

Mesela, büyük kızımın daha üç yaşındayken karşıma dikilip; “iyi ki baba olmuşsun be!...” diye yaptığı isyanı unutamıyorum…

Meğer koyduğum yasaklarla, daha o çağda çocuğun hayatını zindana çevirmişim de haberim yokmuş!...

Üstelik bir de öğretmen olacağım!...

Diğer meslekler gibi öğretmenlik de tecrübe istiyor… Her şeyi kitabından okuyarak uygulama şansınız yok… Belli bir süre pratik yapmak ve yaşayarak görmek şart…

Konuyu hem iyi bilmeniz lazım… Hem de iyi öğretebilmeniz lazım… Öğretim metotları her hedef kitlede aynı sonucu vermiyor…

1992 yılıydı… Çorum’da yedek subaylık yapıyordum… Bölük Komutanı bir gün, askerlere açık arazide yön bulmayı öğretmemi istedi…

Harita, pusula, cetvel gibi yön bulmayla ilgili tüm teknikleri ve yöntemleri detaylarıyla araştırdım… 

Konuyu önce kendim iyi bir şekilde öğrendim… Daha sonra askerlerimi ders vermek üzere eğitim alanında topladım…

Bu onlarla ilk dersimdi… İlk kez tanışacak, ilk kez karşı karşıya gelecektik…

Tabii, askerlik bu… Ders düzeni okuldaki gibi değil… Erlerin hepsi esas duruşta ve çivi gibi karşında durmak zorunda…

  • Rahat!... Hazır ol!..  Dikkat!...

Komutlarından sonra derse başladım… Yaklaşık bir saat tüm yönleriyle konuyu anlattım…

Dersi bitirmeden önce de, ne kadar öğrendiklerini anlamak için birkaç kişiye soru yönelttim…

Kime söz verdiysem, çıtı çıkmıyordu… Ne doğru, ne yanlış hiçbir şey söylemiyorlardı…

Ben duruma sinirlenip, sesimi yükseltince; bölük çavuşu koşarak yanıma geldi… Kulağıma şu cümleyi fısıldadı:

  • Komutanım, bu askerlerin hiçbiri Türkçe bilmiyor!...

Oracıkta dondum kaldım… Ne yapacağımı şaşırdım…

Öğretim süreci iki yönlü bir süreçtir… Sen anlatırsın, karşı taraf anlamaya çalışır…

Bildiklerinin değil, sadece öğretebildiklerinin bir değeri vardır!...

Öğretebilmek işi de bir formasyon gerektirir…

Hedef kitleyi öğrenmeye hazır hale getirmeden, onların bildiği dili konuşmadan, onların özelliklerini tanımadan, o özelliklerin gerektirdiği yöntemleri kullanmadan ve öğrenme motivasyonunu tamamlamadan; öğreteceğin şey kıbleyi bulmak bile olsa kimseye bir harf öğretemezsin!...

Anlayacağınız, öğretmenlik her babayiğidin harcı değil!...

Eğitim bilimleri alanının duayen hocalarından Prof. Dr. Ayhan Aydın’ın 1999 yılında bir eğitim seminerinde anlattığı hikayesini size aktarmak istiyorum…

Ayhan Hoca’nın ergenlik çağında bir oğlu vardır… Evdeki hali oldukça sessiz ve sakin olan bu çocuğu, tanınırlığını kullanarak iyi bir liseye kaydettirir…

Okul idaresi ve öğretmenler, profesörün oğlu diye çocuğa biraz ayrıcalık tanırlar… Davranışlarını diğer öğrencilerin davranışları gibi değerlendirmezler…

Bir süre sonra çocuk iyice şımarır ve zıvanadan çıkar… Öğretmenleri de dahil herkesle kavga etmeye, etrafı kırıp dökmeye başlar…

Okul idaresi hocanın yazdığı kitaplardaki tavsiyeleri uygulayarak sorunu çözmeye çalışır… Ama nafile…

Nihayetinde durumu Ayhan Hoca’ya aktarmaya karar verirler…

Hoca evde süklüm püklüm olan çocuğunun okuldaki hikayesini duyunca elbette çok şaşırır…

Ve okul idaresine şunu söyler:

  • “Benim kitaplarda yazdıklarımı bu defalık unutun… Okulda diğer öğrencilere nasıl davranıyorsanız, benim çocuğuma da aynı şekilde davranın… Hiçbir ayrıcalık tanımayın… Buna kulağını çekmek de dahil!...”

Henüz okullarda hoca dayağının devam ettiği yıllar…

O dayaklardan diğer öğrenciler gibi Ayhan Hoca’nın oğlu da nasibini alınca; durum anında normale döner!...

Lafı daha fazla uzatmayacağım… Bugün 24 Kasım… Yine bir öğretmenler günü…

Bir ülkenin en büyük zenginliği yetişmiş insanıdır… Hayırlı evlat misali, elinizde nitelikli insanınız varsa gerisi hiç mühim değildir… Olmayan şeyleriniz de onunla oluverir…

Şayet, iyi insan yetiştiremezseniz; iyi bir geleceğiniz, aydınlık bir yarınınız olmaz…

O nedenle, öğretmen seçiminde uyguladığınız hassasiyetin ve öğretmene verdiğiniz değerin ülkenin bekasıyla doğrudan bir ilgisi vardır!...

Hükümetlerin bu konudaki samimiyetini öğretmenine olan yaklaşımından kolaylıkla anlayabilirsiniz…

Cumhuriyetimizin banisi Atatürk’ün, başkomutanlık görevini devrederek “başöğretmenliğe” terfi ettiği gündür 24 Kasım…

Büyük Önderin işte bu kadar değer verdiği öğretmenlik mesleğinin bir mensubu olmaktan onur ve şeref duyuyorum…

Otuz yılı aşkın bir süreden beri,  insanımıza yukarıdaki hassasiyetler çerçevesinde dokunmaya çalışıyorum…

Sayıları on binleri bulan öğrencilerimden birinin, yolda izde karşılaştığımızda büyük bir minnet içinde selam vermesini hiçbir şeye değişmem…

Çünkü ben bir öğretmenim…

Ve size tüm samimiyetimle söylüyorum:

 Otuz iki seneden beri, bundan daha kıymetli bir ödül almadım…