Öğretmenin hakkını, ana-baba hakkı kadar aziz bilen bir medeniyet birikimine yaslanıyoruz. Kendilerine kılıç çekip, yok etmeye azmetmiş düşman esirlerini, okuma yazma öğretmeleri koşuluyla affetmiş bir rahmet peygamberinin öğretisine varisiz. Harf hakkının değerler izleğini; Kutadgu Bilig’den Siyasetname’ye, Pendname’lerden Osmanlı Vakfıyeler’ine, Vasiyetname’lerden İntisap Defterleri’ne,İcazetname’lerden günümüze kadar kesintisiz sürdürülebilen devasa bir siyaset intikali olarak takip edebiliriz. Siyaset, dar ve operasyonel anlamıyla günlük politika’dan ibaret değildir. Bugünün, liberal modasıyla salt anlamda “ceberutluğa” veya “çeteciliğe” indirgenmiş o dar sözlüğe de sığmaz bizim medeniyet tasavvurumuzdaki “devlet” ve “siyaset” algımız... Devleti, siyaseti, öğretmeni itibarsızlaştıran bir gündem, bunlarla ilgili güvensizlik deneyimleri, ne yazık ki varoluşa dair ciddi bir imha sürecine evrilir. Sosyal krizlerin sadece ekonomik yüzeyi yoktur, toplumsal dayanışmanın, karşılıklı güvenin erimesi, ciddi bir değerler iflasını da birlikte getirir ne yazık ki...
Gündemdeki “öğretmenler” sorunu da her ne kadar ilk bakışta istihdam meselesi gibi dursa da iş kamu maliyesinden ibaret değil... Eşitlik sadece kağıt üzerinde bir sözleşmeden, basit matematikten mi ibarettir? Adalet ve hakkaniyet gibi hukukun nihai hedeflerini, idelerini nasıl gerçekleştireceğiz? İşte siyaseti, popülizmden sıyırıp, toplumsal ahenk sanatı haline getirecek basiret burada gösterecek kendini. “Eğitimde çağı yakalamak”, zamanı kurmak anlamını taşıyor elbette. Akıllı tabletler aracılığıyla küresel bilişimin dilini hedefleyen eğitim, sıra öğretmenlere yani eğitimin nirengi sanatkarına gelince, niçin sadece kamu maliyesini işaret etmekle yetiniyor? Son on yılda, cumhuriyet tarihimizin en çok öğretmen atamasının yapılmış olması, 650 bin civarında öğretmenle hizmet veriyor oluşumuz, 4+4+4 ile hayatın her anında öğretime start verilmiş olması elbette yüz ağartıcı bir performans... Ne ki 150 bin civarında öğretmen açığı, ders başı ücretin yetersizliği ve en önemlisi işsiz öğretmenler gerçeği, halen siyaset ve hakkaniyet bağlamında çözmemiz gereken mühim hadiselerden...
***
Süleyman Dilmen’den bir mektup aldım, şöyle diyor: “Ortaokul döneminde üç yıl hamallık yaptım, maddi durumumuz iyi değildi, babam okumamı istemiyordu. Her şeye rağmen liseye tek başına kaydoldum, Allah’a şükür liseyi birincilikle bitirdim ve puanım kırılmasına rağmen yüksek net yaptığım için Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Fen Bilgisi Öğretmenliği’ni kazandım. Öğrenciyken de evlendikten sonra da eşimle sigortasız işlerde çalıştık. 18 yaşından beri 12 yıldır öğretmenlik duasını ediyorum. İki çocuğumu da gördüğüm eğitim ışığında yetiştirmek isterim. Üniversite tercihinde puanım tüm bölümleri tutarken Boğaziçi’nde öğretmenliği seçtim, pişman olmadım ve pişman olmamakta azimliyim... Yeterli puanı yapmış adaylar olarak gittikçe artan öğretmen açığına rağmen ataması yapılmayan öğretmenler Sayın Bakanımızın dediği gibi başka işler aramıştır ancak çoğu zaman eğitim fakültesi mezunu olduğu için reddedilmiştir. 8 ay 3bin TL harcayarak, kurslara giderek ve onlarca kuruma başvurarak Boğaziçi mezunu olduğum halde hiçbir iş bulamamış ve kirayı ödeyemediği için 2 çocuğuyla beraber kışın ortasında kapı dışarı edilmiş ve 30 yaşında SGK’sı olmayan sürekli part time işlerde çalışan birisiyim. 32 arkadaşımız girdiği depresyon sebebiyle intihar etti...”
Sayın Bakanımızın mali dengeler içinden yaptığı değerlendirmelerle bu ağır meselenin yükünü hassasiyetle sırtladığından eminiz. Lakin hakkaniyet dediğimiz ilke, hukukun ve maliyenin dev hülasası altındaki küçük ama gerçek yaşam hikayeleriyle örülüdür. Akıl sağlığı korunmuş bir nesil, akıllı tabletlerden önce gelmez mi? Ahlaklı bir nesil, meslek ahlakını koruyacağımız öğretmenlerden geçmez mi?
(Star)