Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu’nın 52. yıldönümü dolayısıyla tertip edilen merasim, yeni bir gerilim hattı daha açtı. Oysa bu buluşmadan, yani yasama, yürütme ve yargının tepe noktalarındaki isimlerden, hazır bir araya gelmişlerken, hukuk devleti ve toplumsal barış adına umut verici, birleştirici mesajlar çıkabilirdi. 


Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç Bey, davetine icabet edenleri, keşke ev sahibi alicenaplığıyla karşılayıp, “gömlek” gibi tarafların hassasiyetlerine dokunacağı belli, medyanın eline düştüğündeyse paramparça edileceği açık polemiklere girmeseydi... Ne oldu? ‘Çıkartıldı mı çıkartılmadı mı’yı bırakın. Gömlek yırtıldıToplumsal barış adına kaçırılmış bir fırsat olarak görüyorum son merasimi ben.


Siz bundan yorulmadınız mı? Bu karşılıklı “had bildirme”lerden...  


Cesaret ve adalete sadakat kadar bir hukukçuya yaraşan başka giysi daha olamaz
... Haşim Kılıç, geçmişinden bugüne, tek başına kalmayı göze alarak hak ve hürriyetler konusunda büyük sınavlardan yüzakıyla çıkmış bir yargıçtır. Ben onun konuştuğu yüksek ve soğuk duvarlı mahkeme kapısının önünde 25 yıldır mahkum edilmiş bir kişi olarak söylüyorum bunu... Fakat bazen, cesaretin ve adalete sadakatin yeterli olmadığı anlardan geçilir. Ki; 17 Aralık’tan bu yana toplumun yüzdüğü fırtınalı deniz, “olağanüstü koşullar”dır. Mezkur koşullar, kürsü sahiplerinin 9 yutkunup 1 konuşmasını gerektirir...

***

Doğru bulursunuz bulmazsınız... İrkiltici, ürkütücü hatta akıl dışı bulup, ne oluyoruz yahu diye sorabilirsiniz. Ama bu ülkede, bir şehirden diğer şehre kefenlerini giyip de koşuşan bir kitle var ve bu ülke nüfusunun aşağı yukarı %45’ine tekabül ediyor. Ne var da kefen giyiyor bunlar, ne oldu, itiraz ettikleri hatta gerekirse ölümü işaret ettikleri rahatsızlık nedir diye sormak gerekiyor en azından.

%55 de kefen giymiyor ama diyebilirsiniz hemen... İşte bu kabasaba aritmetiğin kilitlendiği mihenk noktası da burası: Biz artık, haklılık veya haksızlığı değil, kilitlenmiş yüzdelikleri konuşur olduk. Duygusal kopuşun içindeyiz maalesef.

***

Bir yandan “Çözüm ve Barış Süreci’’ gibi asrın en değerli çıkışlarından birisine hazırlanıyoruz, ölümü değil hayatı, inkar ve reddi değil insan onurunu istiyoruz... Diğer yandan 100 yıllık kabusumuz Ermeni Meselesi’nde, belki çığır açacak insani bir “taziye” ve “ortak acı” merhalesine geldik...


Ama öte yanda, yeni düşmanlar, yeni hainler, yeni cehennemler, yeni çöplükler keşfetmenin iştahıyla yatıp kalkıyoruz
. Eğip bükmenin, yok o kadar da değil artık demenin imkanı kalmadı. Ortak nakarat; “Ya bizdensin Ya onlardan, Tarafını seç” haline geldi. “Duygusal Kopuş” dediğimiz şey, böyle bir şey.


1- Siyaset
, farklılıkları öne çıkartarak rakiplerle yarışmanın daim olduğu parkurlu bir koşu. Öfke ve korku üzerinden açılan yaraları sonrasında onarma işinde, biz sivillere göre avantajları da var. Ama özellikle 17 Aralık sonrası, şikayet ettiğimiz “duygusal kopuş” neredeyse siyasetin “varoluş” endeksi haline geldi hem iktidar hem muhalefet açısından... Evet Sağlam İrade posterlerindeki kararlı imaj gerekliydi. Ama ben Tayyip Erdoğan’ın tebessüm eden fotoğraflarını özledim. Bahçeli’nin Ferdi Tayfur dinleyişini, Kılıçdaroğlu’nun çocukların başını okşayışını.


2- Medyada
 varlığını ancak bu nefret dili üzerinden kurmuş ve mevzi kaybetmek istemeyen kadrolar var ki bu kadroların toplumsal sorumluluk adına herhangi bir çileye talip olmadığı da ortada... Yaşlı başlı gazeteciler bile ergenlere taş çıkartıyor maazallah...


3- Kanaat önderi veya irfani rehber
 tabir edeceğimiz odaklarsa, 100 yıllık baskının altından kafayı doğrultup da bir şey söyleyebilecek halde değil. Kabe’yi Allah korur, biz develerimizi kurtaralım modundalar Sübhanallah!


Bu vahim şartlar altında, “Duygusal Kopuş”u önlemek milletin omuzlarındadır. Yeni bir toplumsal antlaşma yapmak zorundayız. Bu; Hukuk Devleti’dir. Birbirimizi sevmiyoruz bari hududumuzu bilelim.

(Star Gazetesi)