28 Şubat 1997’deki sürecin muhafazakar kesimde nelere mal olduğunu, henüz yeterince konuşamadık. Daha çok dış yüzeydeki kaba ve hoyrat kalıpların üzerinde dolanıyoruz; Medya’nın darbe taraftarlığını, dar ve seçkin sermaye guruplarının marifetlerini, başta YÖK ve HSYK gibi kurumların brifingler çerçevesinde yüklendiği rolleri konuşuyoruz... Bunların hepsi, dışarıdan gelenlerdir, henüz içerisini konuşmadık biz...
‘İçerisi’ ve ‘Dışarısı’ kavramlarının taşıdığı hayli genelleyici ve tartışmaya açık tüm bagajlarını da hesaba katarak soruyorum: 28 Şubat öncesi ‘biz’iyle, 28 Şubat sonrası ‘biz’i arasında neler değişmiştir? Daha da önemlisi, iç sivil hareketlerin, modası geçmiş ve nerdeyse obsesif bulduğu ‘biz’e gerek var mıdır? Oysa, İslamcı düşünceyi salt refleks olmaktan çıkaran en önemli argüman ‘medeniyet tasavvuru’dur. ‘Biz’i olmayanın, ‘medeniyet tasavvuru’ olur mu? 28 Şubat’ın İslami kesimde yol açtığı atomizasyonu ne zaman konuşacağız?
***
28 Şubat sürecinin daha evvelki darbe birikimlerini de üstlenerek mütedeyyin kesimlerdeki en derin yaralarındandır, ‘biz kimiz’ sorusu... Dışarıdan bakıldığında; yerli ve dindar halk kesimlerinin ‘birinci tehlike’ ilan edilerek tedhiş edildiği bu süreç, itiraf edelim/etmeyelim, bir tür içe kapanış, özeleştiri yolu açmıştır. Milli Nizam’dan itibaren üst üste kapatılan partilerin yol açtığı yorgunluk, kitleleri, partileşme dışında sivil siyaset imkanları aramaya yönlendirmiştir. 2000’lerde yaşanan sivil toplum örgütlenmesine dair sosyal patlamayı, sadece küresel modlarla açıklayamayız. Evet, dünyada böylesi sivil bir gidişat vardı, lakin ülkemizde de siyasetin, vesayetçi zihniyetler aracılığıyla kesilen yolları, bu artışı hızlandırmıştı... 28 Şubat’ta siyasetten kesilen umut, sivil hareketliliğe yöneliyordu... Hemen her mahalle ve sokakta açılan yardım dernekleri, hemşehri dayanışma gurupları, mesleki lokaller, vakıflar, çatılar, elbette rastlantı değildir...
Peki, aynı süreçte, siyaset için ‘deniz bitmiş miydi?’
AK Parti’nin ‘gömlek’ üzerinden klişe edilen değişim kararı, hatta Bahçeli siyaseti bağlamında ‘salon’a çekilen MHP ve onun öncesinde dini vurgu ile ‘eksen’ saptayan Muhsin Yazıcıoğlu faktörlerini de bir arada görürsek... Önce kimlik kaybedip ardından eriyen ANAP/DYP zeminlerini de buna eklediğimizde... Türkiye Sağı’nın, 28 Şubat sonrası yeni bir paylaşım ve dönüşüm içine girdiğini görürüz...
28 Şubat’ın yol açtığı paradoksal iki sonuç olarak; aynı anda hem global hem yerli duyarlılıkların hız kazanması meselesi dikkate değer. Daha evvel ‘ahlak ve maneviyat’ gibi genel bir duyarlılıktan neşet eden ‘biz’ tasavvuru, 28 Şubat’tan sonra sanki kapatılmış bir sayfadır. 1- Etnik duyarlılıkları fark ediş ve öne çıkarışla... 2- Evrensel hukuk ve demokrasi söylemleriyle gerçekleşen küresel eklemlenmeyle... Artık, daha ilişkisel, daha geçici ‘biz’ler vardır...
Son dönemde; Gülen Hareketi’nin ‘diyalog ve gönüllülük’ esaslarına dayalı önerisi, evrensel vurgusuyla temayüz ediyor. Keza; darbe sonraları artan mistik/tasavvuf eğilimleri de sayabiliriz. Lakin; 28 Şubat sonrasında ‘Kürt Sorunu’ ve ‘Azınlık Hakları’ gibi iki önemli performansın ötesinde üretilmiş herhangi başka bir fikriyat var mıdır, İslamcı Düşünce galerisinde?
Pınar, İktibas ve Akabe çevrelerinin Kuran ve Tevhid eksenli müdavim söylemleri, Kocav’ın Türkiye sosyolojisini kurma/devam ettirme çabaları gibi birkaç sabırlı sözün dışında, dönemlik performans ve polemiklerle oyalanan halimizin farkında mıyız? Protesto var ama manifesto yok! İslamcı düşüncenin ‘biz’ üzerinden yaşadığı durağanlık, etnik içe kapanışa eşlik eden global söylem hayranlığıyla kendini katmerlendirirken... AK Parti ve Muhafazakarlık söylemi, her ne kadar muğlak ve pragmatik bulunsa da ‘biz’ üzerinden düşülmüş boşlukta makes buluyor. İslamcı Düşünce, güya ‘muhalif’ şovlardan ibaret olmasa gerek...
STAR