Türkiye’nin, yıllardır süregelen PKK belasını tarihe gömmek üzere başlattığı “Barış Pınarı Harekatı” elbette bu sorundan, bölgedeki kaostan nemalanan, Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen, terörden ticari/siyasi kazançlar elde eden kesimleri mutlu etmeyecekti.
Nitekim sosyal medyada bir iki ülke hariç bir çokları harekata karşı olduklarını belirtti. Kahire merkezli Arap Birliği’nden de harekata ilişkin çöp hükmünde bir kınama geldi. (Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Yemen, Kuveyt, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya, Sudan, Somali, Cibuti, Komorlar ve Filistin’den.) Ortadoğu üzerinde oynanan oyunları, gerçek niyetleri, hedefleri bildiğimiz için bu tepkilere hiç şaşırmadım. Zira doktora tezim için 1950-1960 yılları arasındaki Kıbrıs Türk basınını incelerken şaşırmıştım, bitti.
“Aaa, Mısır BM’de Rumları savunmuş, aaa, Makarios İngiliz Yönetimi tarafından Seyşel Adalarına sürgün edildiğinde, ‘arkandayız, gel karargahını buraya taşı, buradan yürüt Enosis çalışmalarını’ demişler, aaa Kıbrıs Türkleri katledilirken Rum’dan yana olmuşlar,” vs…
Bu milletleri tanımayanlar şaşkın. “Nasıl olur” diyorlar. Hani ümmettik, hani her koşulda bunların arkasındaydık?
Anlatayım değerli okur; Biz bunlarla hiçbir zaman dost olmadık.
Hani, I. Dünya Savaşı'nda Arapların, İngiltere ile işbirliği yaparak Osmanlı kuvvetlerine saldırdıkları söylenir ya, külliyen doğrudur. “Kavmi Necip = Güzel, temiz millet” diyerek onurlandırdığımız ve her şeraitte koruduğumuz Araplar, Osmanlı askerini arkadan vurmuşlardır. Bugün Kürtlere vaat ettikleri gibi, İngilizler, Mekke Şerif’i Hüseyin’e “Ortadoğu’da Arap Krallığı kurup, seni başına getireceğiz” vaadinde bulunmuş, buna inanan Hüseyin İngilizlerle bir olup Osmanlı’ya saldırmıştır. Sonu pek sürpriz olmamıştır hikayenin. Savaş bitince, İngiliz verdiği sözden caymış, sus payı olarak çocuklarından birini Ürdün, birini Irak kralı yapmış, buna da otur oturduğun yerde demiştir. Mekke Şerifliği elinden gidince ve yönetim Suudi ailesine verilince “kandırıldım” diye feryat etmiştir Hüseyin. O zamandan bu zamana öfkeleri geçmez. Hatta hırslarını, Kabe’nin etrafındaki Osmanlı revaklarını yıkarak alırlar. Tamir bahanedir…
Bugüne gelirsek; Suudi Arabistan ve BAE ikilisi Türkiye’nin, Ortadoğu ve Afrika başta olmak üzere bir zamanlar Osmanlı toprağı olan diyarlarda yeniden at koşturmasından, söz sahibi olmasından rahatsız.
Bunu, Suud medyasının Türkiye karşıtı yayınlarına hız vermesinden, -Türkiye’nin, özellikle Cemal Kaşıkçı cinayetine yönelik sergilediği kararlı tutumun ardından- bu yayınlarda kullanılan dilin sertleşmesinden, asılsız suçlamalar ve iftiraların havada uçuşmasından anlayabiliyoruz.
Türkiye bu coğrafyada nereye adım atsa, bu ülkeler karşı atağa geçerek engel olmaya çalışıyor; Somali, Sudan ve Libya bu karşı atağın son örnekleri. Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Müslümanların sorunlarına çare arayan tek Müslüman lider” imajını yerleştirmek için çaba sarfettiğini iddia eden bu milletin, kendi tabanlarını ayakta tutmak için kullandıkları en önemli argüman da Türkiye ve Osmanlı düşmanlığı. Osmanlı devletini, “Birinci DAEŞ Devleti” olarak nitelendirecek kadar akıl tutulması yaşadıkları ortadayken, Barış Pınarı Harekatını desteklemelerini beklemiyoruz zaten.
Suud medyasının neredeyse tüm organlarında Batı’daki Türkiye karşıtı yazıların kötü kopyaları yayımlanıyor sürekli. Bunun sebebi de sahiplilik durumu zira Suud medya organlarının ekseriyeti doğrudan veya dolaylı olarak iktidardaki aile fertlerine bağlı. Özellikle Muhammed bin Selman’ın gelişiyle beraber belli başlı yayın organlarının yöneticileri değişirken, korkutma ve sindirme politikasıyla Suud medyası aykırı seslere kapatılmış durumda. (Kaynak A.A.) (Aykırı ses Cemal Kaşıkçı cinayetindeki pervasızlık, bugün Suud medyasının geldiği noktanın yanında, Batının ikiyüzlülüğünü ve iğrençliğini gözler önüne seriyor. Çıkar odaklı müttefiklerin alenen sınırsız ayıplarını örten bu yapı, akademinin uluslararası ilişkiler ve siyaset bölümlerinde ders olarak okutulacak gibi görünüyor.)
Kısaca Filistin ve Ürdün’e değinelim;
Filistin… Zamanında Osmanlı’ya başkaldırıp ihanet eden Filistin… Kudus’ü, ecdad emaneti olarak gören Sultan Abdülhamid Han, Yahudilere yerleşim izni vermeyince topraklarını para karşılığında –gizli gizli- Yahudilere satmaya devam eden Filistin… “Geçmiş geçmişte kaldı” dedik, “O, yaptıklarının bedelini misliyle ödedi” dedik, biz koruyup kollamaya devam ettik. Kudüs dedik, kutsal dedik, nefret kazanma/düşman edinme pahasına dünyaya kafa tuttuk bunlar için. Peki onlar ne yaptı? Filistin Devleti, sözde Ermeni soykırımının 100. yıl anısına, Ermenistan görüşünü destekleyici pul bastırdı. Yetmedi, Rum kesimine yaptıkları ziyarette, “sizin ülkeniz de bizimki gibi işgale uğradı” dedi Türkiye’yi kastederek.
Bundan 2 buçuk yıl önce de Umman Sultanı Kabus, Güney Kıbrıs’a (Rum kesimine) Umman Donanması’na ait Alasia adlı gemiyi hediye etti. Gemi öyle büyüktü ki, Evangalikos Floricas Üssü'ne sığmadığından Larnaka'da konuşlandırıldı. Geminin teslim töreninde konuşan Rum Savunma Bakanı Fokaides “Kıbrıs'ın ne coğrafyası, ne de düşmanları değişmeyecek'' deyince, “Yanınızdayız… Dostuz” dedi Kabus… Alasia’yı soracak olursanız bugün GKRY'nin ilk açık deniz karakol gemisi olarak görev yapıyor.
Bunları düşmanlık olsun diye anlatmadım. Diyorum ki uluslararası ilişkilerde mutlak dostluklar, mutlak düşmanlıklar yoktur, çıkarlar vardır. Biz de bunu bilerek hareket edelim, zor günümüzde yanımızda olmayanları bir kenara not alalım.