Dün, bugün değil aylardır belli olan ama nedense pek fazla seslendirilemeyen, cevabını ise hala daha verme cesaret edilemeyen o soruyu artık çoğu kişi gayet iyi biliyor: “KKTC’de bir tasfiye operasyonu mu yapılıyor?” Veya daha doğru açık şekilde soruyu tekrarlarsak, “KKTC cumhurbaşkanı tasfiye mi edilmek isteniyor?”

Gazeteci başlık atmış Başbakan İrsen Küçük’ün ABD seyahati dolayısıyla: (Cumhurbaşkanı Derviş) “Eroğlu tasfiye mi ediliyor?”
Şimdi kel alaka diyeceksiniz… Kazın ayağı hiç de öyle değil.

Doğrudur, KKTC’de KKTC’nin üçüncü cumhurbaşkanı bir tasfiye süreci ile karşı karşıya…
Üstelik bu süreç daha seçilmeden önce başladı.

“Kıbrıs Türkleri o faşisti mi seçecek yani?” diyen dayatmacı, müstemlekeci Türk siyasetçileri, ve yerli işbirlikçileri tarafından yürütüldü o tasfiye harekatı. Hatta bilhassa Eroğlu’nu cumhurbaşkanlığına uğurlayan partisinin içinden destek aldı, cesaret aldı, olabilirliğine inandı Ankara’daki tasfiye merkezi.

İsmi falan boş verin, isimler önemli değil. Ha Derviş olmuş, ha Mehmet Ali ya da Rauf… İsim önemsiz. Mesele “istediğimi istediğim zaman getirir, istediğim zaman götürürüm… Ben tek ve mutlak otoriteyim” anlayışı, takıntısı.
Ebû’l Moğıt Huseyn bin Mansûr bin Mehemmed Beyzâvvî’yi kiç duydunuz mu?
Tamam, tamam şaka… O ismi değilse bile muhakkak Hallâc-ı Mansûr veya Mansûr el-Hallâc’ı duymuşsunuzdur…
Hem bu coğrafyada yaşamak, hem de böyle muhteşem bir şahsı hiç duymamak elbette üstün maharet gerektirir. 858-922 tarihleri arasında yaşayan ve radikal İslami görüşleri nedeniyle 64 yaşında katledilen meşhur Farsî spiritüalist yazar ve mistik şair. Niye derisi yüzülerek katledilmişti Mansûr el-Hallâc?

Hallâc'ın Allah'ta eriyip yok olmak anlamında söylediği 'En-el Hak', yani 'Ben Hak'ım' yani “Ben Allah’ım” sözü nedeniyle mezalime uğramıştı. Halbuki Hallaç insanı fiziki varlığının Allah yolunda eriyip yok olduğunu, Allah’a ulaştığını söylemek istiyordu. Kendini Allah sanan diğer zındıklarla alakası yoktu onun. Bir zamanlar kısacık boyuyla, tüysüz yüzüyle ve bitmek tükenmek bilmeyen ihtirasıyla ünlü bir arkadaş vardı, o da işyerinde “Ben buranın Allah’ıyım” diye bağırırdı, her şeye muktedir olduğunu sanırdı. Meğer ortaklarından habersiz çoğunluk hisselerini başkalarına satmış, şeklen otururmuş şirketin başında. Sonra gün geldi, “Hadi koçum yana kay” dediler, direksiyona başkaları geçiverdi…

Kısaca, iyi niyetle de olsa, ihtirasla da olsa büyüklük kompleksi şeklinde de olsa kendini ilah sanmak, Allah yerine koymak hatta halisane Allah’ta yok olmayı iddia etmek kullara pek hayırlı gelmiyor vesselam.
Ankara’daki “Ben mutlak tek otoriteyim” takıntısı sadece Kıbrıs ile sınırlı olmayan sorular yaratmakta değil mi? Şimdi de başkan olup, tek adamlığı, mutlak gücü sembolik ve kişisel dayatmadan çıkarıp anayasal çerçeveye oturtma gayretinde biriler. Üstelik bunu ülkeyi çok tehlikeli mecralara sürüklemek pahasına yapabiliyorlar; heyhat!

Tarihi kişiliğine rağmen Rauf Denktaş’ı 2003 sonrasında tedrici olarak oyun dışına iten, Mehmet Ali Talat’ı cumhurbaşkanlığına taşıyan güç, son cumhurbaşkanlığı seçiminde de ikinci cumhurbaşkanı ile devam etmeyi düşünmüş, bocalamış ve belki de hem zamanında harekete geçememiş olması hem de değişen siyasi konjektür nedeniyle bir anlamda Denktaş çizgisinin geri dönüşünü simgeleyecek Derviş Eroğlu cumhurbaşkanlığını engelleyememişti. Seçim sürecinin son dönemindeki “yani o faşist mi seçilecek şimdi” feveranları aslında yenilginin kabulü anlamınaydı.

Ancak, istediğini istediği zaman getirip götürebileceğine inanan Ankara’da bu yenilgi takıntı yarattı. Üstelik bölgesinde yıldız gibi parlayan ve giderek global değilse bile bölgesel oyun kurucu rolüne giderek ısınmakta olan Ankara siyasi iktidarı Kıbrıs sorunundan “kabul edilebilir bir fatura ödeyerek” kurtulmak niyetindeydi. Ancak, bırakın Rum tarafında “hep bana Rab bana” anlayışıyla her şeyi talep eden uzlaşmaz yaklaşımı, Eroğlu ve temsil ettiği siyasi çizgi de öyle bir faturayı ödemede sürekli ayak sürüyordu.

Bilmedikleri veya bilmek istemedikleri Ankara’daki iktidarın artık “ya çözüm ya da çözüm” çizgisine geldiği, o “kırk yıldır başaramadılar” diye eleştirdiği “çözümsüzlük de çözümdür” yaklaşımını “ya çözüm ya da çözüm… Ya federasyon, ya tak sepeti koluna herkes kendi yoluna” ama “ her şey görüşerek olacak” çizgisine geldiğiydi.

Nitekim, son Beyaz Saray görüşmesinde bile Kıbrıs meselesinde Ankara’nın tutumu “Her halükarda görüşülerek çözüm, her opsiyon masada” olduğu ısrarla teyit edilmedi mi? “Her opsiyon masada” sözü elbette “alakart menü” anlamında değil. Kastedilen “görüşmelerden ille de federasyon çıkacağı beklenmemelidir, anlaşırsak boşanma da olur” pozisyonudur.

Bu duruma bir de Türkiye’nin Kıbrıs valiliğinin, pardon Büyük Elçiliği’nin “her alanda KKTC’de patron benim” veya “parayı veren düdüğü de çalar” çizgisinin eklenmesi mevcut fotoğrafta netlik ayarı yapılmasını sağlıyor: Gidişat müstemleke istikametinde.

Şimdi UBP’de yaşananların veya DP ile hareket etme kararı alan “ulusal güçler” mi nedir o siyasilerin istençlerinin, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık gerginliğinin ve 28 Temmuz seçimlerinin anlamı daha bir değişik olmuyor mu?
Şimdi soruyu bir kez daha soralım, Kıbrıs’ta kim kimi tasfiye ediyor?


(Star Kıbrıs'tan)