Bir ocak akşamı, bedeni mermer kaplı bir ada şehrinde, soğuğa baş kaldırmış mantarlara benzeyen bir evdeyim. Onun gün ışığını çoktan unutmuş nem ve küf kokulu mutfağında. Mavi bir alev ocağın üstünde ve üstünde toprak yüzlü tarhana çorbası. Hafiften kararan akşamla aynı ezgiyi söylüyor tarhana çorbasının gam yüklü memleket yüklü dumanı... elimden tutup kendine karıyor beni ve başlıyor yolculuk... kıllı çulun nasırlı üzerinde sini, kuru soğanla hamurlu ekmeği bekliyor ve bekliyor sini tarhana çorbasını.
Bu bir akşam sofrası garip, memur ve eksik yüzlü. Bağdaş kurup önüne yüzleşmeyi bekliyor sofra. Kuruyorum bağdaşı sofranın yüzü değiyor yüzüme. Ve bu dokunuş yerinden ediyor hayal meleklerini. Anam canlanıveriyor gözlerimin önünde; işte orada on beş yaşımın yağmur kokulu mutfağında. Beni büyüten kınalı elleri tarhana çorbasının kaşığında...
Anamın göz nuru, babamın alın teri, toprağımın kokusu, helal lokmanın huzuru karışıyor anamın tarhana çorbasında. Ve tahta kaşık dönerken kalaylı kazanda, anamın içindeki öksüz köy evinde hatıraların yel değirmeni de dönüyor, tahta kaşıkla birlikte...Anam hangi hatıralarını öğütüyor kim bilir o değirmende, hangi hatıralarını ki gözyaşları su oluyor o değirmene. On beşindeydim, karlı bir ocak akşamı, dedemin kurumuş dut ağaçlarının yandığı ocakta, ocağı için tarhana çorbasını karıştırırken gördüğümde anamı.
Tarhana çorbasının kaynayıp kaynamadığını daha rahat görebilmek için ateşe yaklaştırırdı yüzünü anam. İşte o an ateşin titrek alevi bir yörük güzelinin yüzünde dans ederdi edalı bir gelin nazında. Oyalı yazmasının kenarından taşan, hafiften kırlaşmış saçlarını sol eliyle atarken kulağının arkasına; sağ eliyle de memleketim kokan tarhana çorbasını karıştırırdı anam. Karıştırırdı anam Konya işlemeli tahta kaşıkla tarhanayı, öksüz yüreğiyle de hatıralarını. Sonra feleğin paslı, ince elekli kasnağından süzerdi geçmiş adlı muammayı. O incelikten, fikrinin ince gülü gibi bir yüz dururdu yüzünde anamın. O yüz anam beşindeyken yitirdiği annesinin yüzüydü. On beşindeydim karlı bir ocak akşamı gördüğümde ocağın başında anamı, hiç görmemiş anam annesini karıştırırken tarhana aşını. Beşindeymiş anam bir kardeşi olmuş öksüz adında bir kardeş. Annesi ölürken doğurmuş bu kardeşi anama. Anam beşinde, annesi yirmi beşindeymiş. O an aralarına ince bir çizgi çekilmiş. Acılı kalabalığın içinde tahtadan atını sürermiş anam yörük kızı ya... ne olduysa bir anda elinden düşürmüş tahtadan atını ve başlamış ana diye ağlamaya. Yaslara anamın çocuk sesi de karışmış. Annesini istemiş. Habersizmiş annesinin tahta ata binip gittiğinden. Yörük kızı susar mı öyle kolay, mertekte asılı duran kavunu vermişler.
Susmuş anam tatlı kavunu yiyince. Kavunun içinin yollarında zehir gibi aktığını anlamamış. On beşindeydim kurumuş dut ağacının alevi anamın yüzünde dans ederken...
Öpüşürken tarhananın o gam o toprak kokulu dumanı fakir hayatımızın duvarlarıyla, anam nereye gidiyordu kim bilir o dumana binip. Fokurdamaya başlayınca tarhana bir tiryaki gibi üflerdi dumanını, o an yaş akardı anamın güneş yanığı yanağından, gözüne duman kaçtığından mı sofraya hiç analı oturamadığından mı bilinmez. Ve neden sonra gökyüzünde yavaşça yer değiştiren bir güneş gibi yüzünü hafiften dönerek bana, zorla gülümseyerek; duman kaçtı Mehmet’im gözüme ağlamıyorum derdi.
Ben üzülmeyeyim, kan ağlayan yüreğini görmeyeyim diye. Şimdi ondan çok uzaklarda anlıyorum ki duman değilmiş meğer ağlatan insanı. Tarhana kaynarken kalaylı kazanda pas tutmuş yüreğinde kaynarmış onunla beraber ve kaynayan yüreğinden taşanlarmış o gözyaşları.
Ah anam bir ocak akşamı gurbette ömrü geçen, yüzü gülen, içi ağlayan bir adamın, sigara dumanını üflediği gibi dumanını üfleyen tarhanaya bindim.
Alır mısın beni koynuna tarhana koksam da...