Öyle olmamalı ama enteresan bir bağlantısı var.
115 yıl önce bugün, 16 Mayıs 1907 tarihli İngiliz gazeteleri ‘Rus Devrimciler dün gizlice bir kilisede buluştu’ diye haber yaptı. Hatta The Daily Mirror isimli gazete buluşmanın basına yansımasından çekinen üyelerinin fotoğraflarının çekildiğini görünce yüzlerini şapkalarıyla kapattıklarına dair fotoğraf koydu ve ‘Kameralardan korkuyorlar!’ diye de haber yaptı.
Bu toplantılar Bolşevikleri iktidara ve dünya sahnesine taşıyan önemli toplantılardan biri olarak kabul edilir ama tabi ne konuşulduğu bilinmez, herşey gizlidir Southgate Road üzerindeki Brotherhood Şapelin/Kilisesi’nde…Çevirmeye lüzum var mı bilemedim ama gerçekleştirdikleri devrimle de uyumlu bir isme sahip kilise buldular kendilerine. İddiaya göre de defalarca buluşarak Çarlık Rusya zulmüne nasıl son verebileceklerini tasarlarlar.
Aydınlar ve isyancı olarak nitelendirilip sürgün veya kaçak durumuna düşen Ruslar Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yaşıyorlardı zaten. Belki en çok da Britanya İmparatorluğu’nda…Rus Çarı ile kuzen olan kralının himayesiyle…
Komünist Partisi olarak bildiğimiz, zamanın İşçi Partisi mensupları bu Londra kilisesinde toplanarak ülke vaziyetini analiz ederek oluşturmak istedikleri Rusya düşüncesi için bir araya gelirler. O zaman kimler? En sevilenleri ile en bilindikleri de…Maxim Gorki, Leon Trosky, Vladimir Lenin ve daha sonra korkunçlaşan Joseph Stalin.
Önemli birisi daha var tabi…Rosa Luxemburg. Türkiye’de tehlikeli bulunan komünistler bilir ama Luxemburg kadın olduğu için mi, Musevi olduğu için mi yoksa devrimden sadece 2 yıl sonra katledildiği için midir bilinmez. Ancak şuracığa ders alınması gereken bir sözünü eklemeli ve öyle devam etmeli diye düşündüm; ‘düşünmeyenler üzerlerindeki baskıyı nerden bilsinler?’
Hatta, İngiliz feylozof Bertrand Russell’in da bu toplantılardan birine katıldığı sırada savaş karşıtı görüşleri yaydıkları gerekçesiyle halk tarafından basılırlar. Çünkü o esnada insanların yüreğinde sevdiklerini savaşta kaybetmenin verdiği yoğun infial ve vatanseverlik duyguları vardır. Russell ise, devrim sonrasında İngiliz Hükümeti tarafından Sovyetler Birliği’ne devrim analizi yapmaya gönderilen kişidir. Devamında Bolşevizm eserini yazar ve devrimi ‘İnsanlık tarihinin en büyük kahramanlıklarından biri’ olarak tanımlar. Lenin ile de yüz yüze görüşerek ‘beklediğinizden daha iyi İngilizce konuşuyor…büyük adamdı ama umduğumdan daha az karizmatik buldum’ dese de İngiliz İç Savaşı galibi Oliver Cromwell’in reerkarnasyonla geri gelmesi olarak da tanımlar ve aynı açmaz içinde olduklarını da ekler. ‘Zülüm, yoksulluk, şüphe, nefes alamana, tutuklama’ ise daha sonraki tanımlamalarıdır. Bu haliyle papaz okulunu bile bitiremeyen ve atılan Stalin’e işaret ediyor olmalı.
Gorky’nin daha sonra ‘…çirkin, dökük, ahşap bir varoş kilisesi…fakir bir okul sınıfı gibi…’ dediği bu kilisenin bugün yaşamadığını, niye yıkıldı bilinmez ama savaşla beraber tamamen yok olduğunu belirtmek isterim. Yani içine girip o zamanın havasını şöyle bir soluyayım diyemezsiniz.
Ama onun yerine Islington’daki ‘The Three Johns’ barına gidebilirsiniz belki. Rusya’dan kovulan, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden Belçika’dan, İsveç’ten Norveç’ten ve Danimarka’dan da kovulan Rus aydınlar, aktivistler, Rus Rejimi’ni ve uygulamalarını eleştirenler ya sürgün edilmişti ya da yurt dışına kaçmıştı. Kendilerine karışmayan tek başkent Londra idi.
Bar deyince Leon Trotsky’nin kim olduğunu dahi bilmeyenler tabi sarhoşların mekanı diyebilir ama alakası yok. Kahvehane ve bar gibi toplanma yerleri hiçbir zaman yönetenler tarafından sevilmez çünkü fikir alışverişinin yapıldığı yerlerdir. Kahve yudumlayanlar vaktiyle Osmanlı’da ve Avrupa’da ‘belalı ve tehlikeli’ kabul edildi hep. Yudumladıkları şey değil de konuştukları şey idi tehlikeli olan.
İşte bu barda önemli kararlar alındığı düşünülür. Bolşevik ve Menşevikler 1917’deki Ekim Devrimi’ne giden buluşmalarını gizlilik içinde yapmak zorunda olduklarında her gün veya aynı gece farklı yerlere gitmek zorunda kaldılar. Diğer yerlerin nereler olduğu hala bilinmiyor.
Sözü açılmışken Lenin’in Londra’da yaşadığı ev Bloomsbury Mahallesi’nde Tavistock Place’te ve Mavi Plaka ile onurlandırılmıştır.
Bir de tabi herkesin aklından British Museum Okuma Salonu geçiyor olmalı…lakin hala kapalıdır. Önemlidir çünkü Lenin orada Rusya’da yasaklanan, yakılan, istenmeyen kitaplara ulaşabildi, ekonomi ve Rusya Tarımı ve köylüsü hakkında okumalarını yaptı, Iskra’yı çıkararak gizlice Avrupa’nın farklı yerlerine ve Rusya’ya gönderebildi.
‘Kıvılcımdan ateş çıkacaktır’ dediler.
Ancak yine de ‘Lenin Odası’ denilebilecek yer Clerkenwell’deki Marx Kütüphanesi ve Arşivi binasıdır. Bu kütüphaneye gitmek için sosyalist, marksist, Leninist olmaya gerek yok. Yakın tarihin yaşatılan görselleri, eserleri ve anılarıdırlar.
Tabi…çok yorulacağınızı düşünerek son olarak bir de dinlenme yeri öneriyorum. Koca kafalı, gür saçlı, sakallı, şişman üstad Karl Marx’ın British Museum Okuma Salonu seanslarından sonra bir çırpıda 12 basamaklı müzeden uçarcasına inerek gittiği ‘Museum Tavern’e gidin…müze kadar şöhretlidir bu tadilatsız mübarek yer…Almanlar o kadar zarar verse de şehre ve çevreye…Museum Tavern Barı ayaktadır, tadilatsız ve 299 yaşındadır.
‘Ale’ biranızı içerek taam edebilirsiniz diyeceğim ama çok şükür herkes istediğini içebilecek kadar özgür bir yerdeyiz. Mühim olan düşünüp, tartışıp barış duygularıyla dolu ayrılmak!