Tarihte en uzun süre hüküm sürmüş dört büyük imparatorluktan biri olan Osmanlı Devletini (624 yıl), bu kadar zaman ayakta tutan sacayağın üç bacağı şunlar:
- Adalet, liyakat ve meşveret…
Bürokraside “liyakat” ilkesine kurulduğu ilk günden itibaren hassasiyetle uyulmuştur…
“Adalet” mülkün temelidir düsturundan gerileme dönemine gelinceye kadar asla taviz verilmemiştir…
Osmanlı; Eflatun’un Devlet, Aristo’nun Politika ve Makyavelli’nin de Siyaset anlayışını kendi kültür ve inanç potasında eritmiş; kurumsallaştırdığı “meşveret” meclisleriyle siyasal rejimini güçlendirmesini bilmiştir.
Bunların yanında ayrıca; batı uygarlığının ancak 19.yüzyılda keşfedebildiği “insan merkezli” düşünce metoduna; bizim atalarımızın çok daha eskiden beri kurdukları her devlet sistemi içinde temel bir değer olarak yer verdikleri de herkesin malumudur…
Peki; Türk ve İslam medeniyetinin bu önemli birikimlerine daha sonra ne oldu?
Devlet aklı kendi geleneklerini bir süre sonra niye reddetmeye başladı?
Halbuki, bugünün öncü medeniyetine yani batı ülkelerine bir baktığımızda; hiçbirinin kendi geleneklerinden asla taviz vermediğini görüyoruz…
İşe yaramayan ritüellerini bile sembolik olarak yaşatmaya devam ediyorlar…
Geleneklerini hiçbir zaman ilerlemenin, kalkınmanın ve gelişmenin bir engeli olarak düşünmemişler…
Örfi hukuk kurallarını her daim baş tacı yapmışlar… Bu kurallarla işleyen yapılara, bizdeki Anayasa Mahkemesi gibi en yüksek dereceli mahkeme olarak bakmışlar…
Benzemeye ve ulaşmaya çalıştığımız bu çağdaş medeniyet ile aramızda artık devasa uçurumlar var…
Maruz kaldığımız gerileme hastalığına karşı koyduğumuz teşhis çok hatalı…
Ve maalesef Tanzimat’ın ilanından beri bu hatalı teşhis ile yol almaya devam ediyoruz..
Tanı yanlış olunca tedavi de yanlış oluyor haliyle…
Batının etik kurallarını kendi ahlak kurallarımızın önüne geçirerek neyi düzeltebildik?
Kendi kimliğimizi ve birikimimizi yok ederek nereye varabildik?
Kişisel kazancı ve başarıyı yüceltip, milli değerleri aşağı çekerek hangi yaramız iyileşebildi?
Coğrafyamızı kan gölüne çeviren, etrafımızda ne kadar terör örgütü varsa besleyen ve aynı zamanda bizi de ortadan kaldırmaya çalışan ülkeler; şu hayranlık duyduğumuz Batı Medeniyetinin sahipleri değil mi?
Nasıl bir çelişkinin içindeyiz bakar mısınız?...
“Bilgi çağında bilgiye kayıtsızlık…”
Önde götürdüğümüz tek yarış sadece bu yarış!...
İş o noktaya gelmiş ki; kendi mesleği ve sorumlulukları ile ilgili bilgisizlik hali toplumda kimseyi rahatsız etmiyor…
Öte yandan, bilgi sahibi olmuş dediklerimizin “bilinçsizlikleri” de ayrı bir vakıa!...
“İlim var, irfan yok” meselesi yani…
Siyasetten bürokrasiye, iş hayatından sanat dünyasına varıncaya kadar her yana yayılmış olan bu şuursuzluk hali toplumu nereye sürüklüyor bilemiyorum…
Milli eğitim ve milli kültür bir bütündür… Birbirinin ayrılmaz bir parçasıdır…
Uzun yıllardır, insanımızın eğitim sistemini milli kültürden, sanattan, yetenekten, zevkten ve estetikten mahrum bıraktık…
Karakter eğitimi vermekten vaz geçtik… Sanatçılarımızın pek çoğu tesadüflerin ürünü… Ancak şanslı olanlar kabiliyetlerini parlatabiliyor…
Okullarımızda yalnızca sınavları kazanmak erdem olarak gösteriliyor… Allah’ın bir lütfu olan yeteneklerle ilgilenen yok… Karakter köreltmekte rekor kırıyoruz!...
Bir işte çalışmak, bir kariyer unvanı taşımak çoğu kişiye yeterli geliyor… Şiir, edebiyat, resim, heykel, müzik veya folklor ile uğraşmak gereksiz görülüyor…
Kabiliyetler geliştirildiğinde, bir beklediğiniz insandan beş alırsınız… Yetişmiş insan gücü her türlü kalkınmanın ve ilerlemenin anahtarıdır…
Eğitim müfredatlarında kültür, sanat ve kabiliyete hakkınca yer verilmiyor… Kimse şahsiyet eğitiminden bahsetmiyor…
Nadiren doğru tanı koyduğumuz meselelerde de; içine düştüğümüz durumdan kurtulamayacağımıza olan inancımız aşağılık kompleksi yaşatıyor hepimize…
Yerli otomobil gibi, İHA-SİHA gibi ilk defa ürettiğimiz önemli bir ürüne dahi sevinemiyoruz bunun yüzünden…
Önümüzde yürüyenleri sadece taklit edebileceğimize izin vermişler sanki… Onların başardığını başarabilmeyi düşünmek adeta yasaklanmış!...
Şu çok övündüğümüz muhafazakarlığı bile yolundan saptırmışız…
Bindiğimiz gemi 400 yıl önce atılan demiri kaldırmadan nasıl yol alacak?
Gelenek kelimesini “gelene ek” olarak okumamız;
Her yeniliği, her güzelliği ve her estetiği değerlendirip, mevcutlarımızı sürekli güncelleştirmemiz lazım…
Namaz kılarken bile her yeni tekbirde yer değiştirmeyi tavsiye eden bir din; mensuplarının yerinde saymasını, asırlar öncesinin pozisyonunda durup beklemesini kabul eder mi sizce?