O an sadece içime ve vicdanıma döndüm...

Kısa bir süre düşündüm...

Haber korkunçtu!..

O sırada haberin sahte olduğuna, yalan olabileceğine dair hiçbir belirti ortada gözükmüyordu...

Şemdin Sakık resmi ifadesinde ‘İki gazetecinin PKK’dan para alarak röportaj yaptığını’ söylüyordu...

Sakık’ın ifadesi olarak sızan belgenin, arkasına düşüp “Bu belge çıktı fakat Sakık gerçekten böyle bir ifade verdi mi?..” diye araştırma imkanı, ya da araştırdığında, “Hayır, böyle bir ifade vermedi... İfadesine birileri ekledi herhalde...” diyecek bir yetkili, etkili merci bulma imkanı yoktu...

Sakık’ın ifadesi olarak geçen haberi yapmasanız, gazeteci deyimiyle haberi “atlamış” olacaktınız...

Yaparsanız o günlerde “hukuki” bir sorumluluk almamış olacak, “İfade yayınlandı, ben de verdim” deyip işinize devam edecektiniz...

Gün içinde bir gazetecinin önüne tanıdığı tanımadığı onlarca böyle haber, iddia, ifade gelirdi...

Zamanla yarışan gazetecinin ilk bakışta bunlara yapabileceği fazlaca bir şey yoktu...

***


O günlerdeki genç bir baber müdürüm, “Abi verelim” demişti, “Gazeteler de verdi haberi... Biz niye vermeyelim ki?..”

O an hayatla, gazetecilikle, dostlukla, düşmanlıkla, mesleki rekabetle, kıskançlıkla hesaplaştığınız andır...

O gün orada, size “bu haberi vermenizden dolayı” hesap soracak hiç kimse yoktur...

Tersine, bu haberi vermemeniz belki de kudretli bazı çevreleri rahatsız edecektir...

“Haberi verirsem, Türkiye’de bu adamları karanlık, izbe bir yerde linç edebilir, öldürebilir sonra da ‘Türklüğün onurunu kurtardık’ diyebilirler” dedim...

‘Bu haberi verdim diye ilerde vicdan azabı çekmeyeyim’ diye içimden geçirdim...

Haber ortadaydı...

Doğruluğunu ve yanlışlığını sorgulayacak bir durum gözükmüyordu...

Vermediğinde “O günün gerçekleri ışığında eksik haber vermiş olacaktın...”

Haberi verirsen ve adamlar bir gün bir yerde öldürürlerse, ifadenin yayılma hızına yaptığın katkı, gelecekte seni vicdanınla baş başa bırakacaktı...

***


O günlere dönersek...

Cengiz Çandar’a meslek hayatımda özel bir sempatim yoktu...

Biraz da aramızda bir dönem ‘anlamsız’ bir rekabetten kaynaklanan bir mesafe vardı...

Mehmet Ali Birand ise “gazetecilik heyecanını takdir ettiğim”, ancak gazeteciliğinin arkasındaki ‘saikler’ açısından pek revaçta bulmadığım bir gazeteciydi...

Aramızda yıllardan gelen birikmiş tortular, aramızdaki mesafeyi bir türlü kısaltamıyordu....

Hülasa;

O günlerde Mehmet Ali ve Cengiz Çandar’la ilgili andıcı yayınlamamamın “psikolojik ego tatmini sağlayacak” nedenleri çoktu... Buna karşın yayınlamamamın nedenleri vicdan muhasebesi dışında pek yoktu...

Yayınlamama nedenim, haberin yanlışlığına duyduğum inançtan ziyade, -çünkü bu inancı doğrulayacak hiçbir belge ne benim ne de başka gazetecilerin elinde yoktu-, istikbaldeki muhtemel bir katle, dolaylı zemin olmama arzusuydu...

***


Bugün bunları anlatma nedenim, bir dönemin vicdanlardaki ve mahkemelerdeki yargılanmasında, anakronizm hatasına düşerek, vicdan muhasebelerinde nakıs davranan insanları, “bilinçli ve taamüden bir suç işlemiş pozisyonuna” düşürmemektir...

Darbelerle, iç savaşlarla, ölümlerle, zulümlerle, linçlerle hesaplaşırken eski Yunanca’da anakhronismos, denilen “anakronizm” hastalığına düşmemek gerekir...

“Bugünün değerleri ve şartlarıyla, geçmişi yargılamak” anlamını taşıyan anakronizm, bugünün hararetli televizyon tartışmacılarında, zaman zaman tarihe yanlış notlar düşürebilecek bir zaaf olarak ortaya çıkabiliyor...

Elimde lehine o günlerde hiçbir belge olmazken, yaptığım bu vicdan muhasebesinin, çok daha basitini Mehmet Ali Birand’ın da onbeş sene sonra yapmasını beklerdim...

Onun yıllar sonra elinde Ahmet Kaya olayıyla ilgili bütün görüntüler ve belgeler duruyordu...

Sevilay Yükselir, Nagehan Alçı ve Rasim Ozan Kütahyalı gibi, Ahmet Kaya olayının en militan savcunucularının yazılı şehadeti mevz-u bahisti... Buna rağmen o gecenin günahsız bir meslektaşını linç kampanyasının dolaylı bir aktörü imişçesine göstermekten çekinmedi...

Tıpkı yıllar önce kendisini “ifadeye ekleyip linç etmeye kalkan andıççılar” gibi...

Nihayet;

Zamanında kalleşçe andıçlanmış olan...

Bugün günahsız bir meslektaşını, andıçlamaktan kendisini alamadı...

Rövanşizmin ve intikamın tehlikesi işte tam da burada durmaktadır...

Abdullah Gül’ün “rövanşizme saplanmayalım” sözü bu açıdan çok önemlidir...

*****


HAKAN’I MİLLETVEKİLİ KABUL EDEMİYORUZ DEĞİL Mİ?..

Milletvekili, aynı zamanda futbol yorumcusu olur muymuş diye tartışıyoruz...

Milletvekilliği görevini yaparken, futbol yorumculuğuna devam ederek vekilliği aksatmıyor mu diye sorguluyoruz...

Milletvekili nasıl olur da futbol yorumculuğundan o kadar para alır diye hesap soruyoruz...

Oysa gelin itiraf edelim...

Biz Hakan Şükür’ün “futbol yorumculuğunu değil, milletvekilliğini içimize sindiremiyoruz...”

Futbol yorumculuğunu öne sürerek, aslında içimizin derinliklerinde “Sen santraforken nasıl oluyor bir de Meclis’e gidiyor, sonra da yine futbol yorumcusu kalabiliyorsun” şeklindeki snobize tavrımızı içimizde filizlendiriyoruz...

***


Bizim Hakan Şükür’ün futbol yorumculuğuna aslında hiçbir itirazımız yok...

Ruhumuzun derinliklerinde Hakan Şükür’ün milletvekilliğine bir itiraz var...

O itiraz da şu;

Futbolculuğuna bir laf etmedik...

O kadar para kazanmana, gol atıyorsun diye ses etmedik...

Aslında “Hiçbir zaman senden pek hazzetmedik... Ne var ki golcü olduğundan vazgeçemedik... Futbolculuğunu, golcülüğünü, krallığını, kazandığın bunca para ve şöhreti ancak hazmetmişken, bir de başımıza milletvekilliği çıkardın...

Sen çok olmuyor musun?..”

***


Hakan Şükür olayı, bu toplumun genlerine işlemiş olan “Haddini bilmedi.. Haddini aştı” olayının sosyolojik yansımasıdır...

Bakmayın siz futbol yorumculuğu tartışılıyormuş havasının yayılmasına...

Hakan Şükür’ün milletvekilliğini tartışıyor, onu içine sindiremiyor bu toplum hâlâ...

*****


GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ

“İSTEKLERİNİ ELDE EDERKEN, BAŞKALARINA YARDIMCI OL...”


“Başlangıcından beri, dünya doğa yasalarıyla yönetiliyor...

Bunların arasında şunlar var;

‘İstediklerini elde ederken daima başkalarının istediklerini elde etmelerine yardımcı ol...’

‘Kusursuz bir samimiyet geliştir...’

‘Anı yaşa...’

‘Tanıdığın en kibar insan ol...’

‘Kendine karşı dürüst ol...’

‘Cesurca hayaller kur...’

Bunlar yasalardır...

Çoğumuz bu kuralları bilir, fakat pek azımız onlarla yaşar...

Robin Sharma...”

***


Kabul...

İstesek de hemen dünyanın en kibar insanı haline gelemeyiz...

Biliyorum, karşımızdakilerle ego duvarlarını aşıp, ilk andan kusursuz bir samimiyet geliştiremeyiz...

En önemlisi çoğumuz, “isteklerimizi elde ederken başkalarının isteklerine yardımcı olmayı” düşünmeyiz...

Hayatı kendimizden ve isteklerimizden ibaret sayarız...

Böyle yaptığımız için, isteklerimiz gerçekleşmez...

İsteklerimiz gerçekleşmiyor diye üzülür, dövünür, bir dahaki sefere fırsat ele geçti mi yeniden aynı fasit dairede yine sadece kendimizi düşünerek fırsatlardan istifade etmek isteriz...

***


Aynı davrandığınız müddetçe, sonuçlar aynı olacaktır...

Sonuçların gerçekten değişmesini istiyorsanız, davranış modelinizi mutlaka değiştirmelisiniz...

Aynı davranış modeliyle farklı bir sonuç alınabileceğine inanıyor musunuz gerçekten?..

(VATAN)