1979 yılı… 11 yaşındayım henüz… İmam hatip ortaokuluna başladığım günler…
Yatılı okul… Aileden uzaktayım…
Ve “şehir” denilen ortamın içinde ilk defa yaşayacağım…
Fakat şehir öyle bir halde ki:
Siyasi çatışmalar, anarşi, düzensizlik, asayiş olayları had safhada!...
Korkuyorum ve uyuyamıyorum…
Kurtarılmış bölgeler var, istediğin her mahalleye giremiyorsun… Her sokakta yürüyemiyorsun…
İşgaller, protestolar, eylemler…
Sindirilmiş asker ve polisler…
Barikatlar, silahlı militanlar ve ne yapacağını bilmeyen gençler, öğrenciler…
Ailenden başka güveneceğin kimse yok…
Ama onlar da artık çok uzakta!...
İletişim ve ulaşım imkanları kısıtlı…
Herkesin evinde telefon yok…
Yazarsan ve postadan gelecek cevabı bekleyebilirsen mektup var…
Çarşıya çıktığım ilk hafta sonu yolumu kestiler!...
Cebimdeki harçlığımı ve kimliğimi gasp edip gittiler…
Sonra yere kapanıp, kaç saat ağladım hatırlamıyorum…
60 kişiydik bir koğuşta!...
Şartlar öyle zordu ki:
En sık, haftada bir yapabildiğimiz banyolar… Elle yıkamak zorunda kaldığımız çamaşırlar…
İlaçsız tedavi beklediğimiz revirler…
Yerine yenisini alamadığımız kırk yamalı pabuçlar, libaslar…
Elinden sopası eksik olmayan hocalar ve idareciler!...
Karavanamız, tabağımız, çanağımız alüminyumdan…
Cam bardakta çay içebilmek, hayal edebileceğimiz en büyük lüks o zamanlar!
İşte böyle bir atmosferde en çabuk tecrübe ettiğimiz şey “arkadaşlık” oldu…
Birbirimizin yalnızlığına, birbirimizin çaresizliğine en iyi ilaçtı arkadaşlık…
Paylaşmayı öğretti bize… Neyimiz varsa!
Üç kuruşumuz, elbisemiz, sabunumuz hatta iç çamaşırımız, çorabımız…
Bu şartlarda tam yedi yıl öğrencilik yaptım…
Bu yedi yıl boyunca arkadaşlarımla birlikte adeta iğne deliğinden geçirildik…
Bir çoğumuz elendi… 340 kişiden 52’si mezun olabildi…
Uğradığımız haksızlıkları, şahit olduğumuz adaletsizlikleri yazmaya kalksam ayrı bir kitap olur…
Bunlardan en göze batanı da şu:
Okul birincisi olduğum halde, yerime bir başkasını okul birincisi ilan etmiş idare!... ÖSYM’ye sahte evrak göndermiş muhteremler…
Tam 26 yıl sonra bir tesadüf eseri öğrendim durumu…
Beşeri hukuktaki zamanaşımı kuralıyla kurtuldular nitekim…
İlahi huzura çıkıldığında ne söyleyecekler bilmem…
Ama zoruma giden şey, bu sahtekarların hala “hoca” diye itibar görmeleri…
Hala el üstünde tutulmaları…
Benim kuşağım, hem yokluğu hem de bolluğu yaşayan müstesna bir kuşak…
O yüzden hem küçülmeye, hem de büyümeye her an hazır bir bünyeleri var…
Bu sebeple;
- Bize ölümü sevdirip, kendilerini dünyaya adayanlar,
- Bizi imanla aldatıp, kendileri paraya tapanlar,
- Bize fedakarlık öğretip, kendileri sefa peşinde koşanlar,
- Dine yaklaştırırken, bilimden uzaklaştıranlar,
- Aklımızı ve irademizi aşağılayanlar,
- Güçsüzün, kimsesizin hakkına el koymakta bir beis görmeyenler,
- Yetki sarhoşu olanlar,
- Kadının ve çocuğun insan olduğunu unutanlar,
- Duygularımızı istismar edenler,
- Söze değil, sese değer verenler,
- İşin özüne değil, kişinin karizmasına bakanlar,
- Özgürlüğümüz üzerinde hak sahibi olduklarını sananlar,
- Ahlaklı ve erdemli olmayı amaç değil, araç kabul edenler,
- Amaçlarına ulaşmak için her yolu meşru sayanlar,
- Her türlü gelişmenin ve ilerlemenin önüne “kadercilik” seti çekenler,
- Sorun çözen sistemlerin değil, o sorunu geçim kapısı yapanların peşinde koşanlar,
Şunu bilsinler ki;
Vicdanının gölgesinde yürüyen insanların sadece gafletinden ve iyi niyetinden geçinebilirsiniz…
Hesabınızı iyi yapın:
Onların idraki gecikse de, iradesi gecikmez!...