Uzun bir aradan sonra yine burada sizlerle paylaşımlarda bulunmak beni çok mutlu ediyor. Bu haftaki yazımda sizlere çok değerli bir sanatçıdan bahsetmek istiyorum. Norveçli bir sanatçı olan Edward Munch’un sergisini Tate Modern’de izleme fırsatı buldum. Çocukluk döneminin bizler için ne derece önemli olduğunu ve bir kez daha gözler önüne seren bir hayat hikayesi karşımızda idi. Bir psikolog olarak tekrar tekrar dikkatle izlediğim eserler beni gerçekten derinden etkiledi.
12 Aralık 1863 doğumlu Munch, Norveç’in Oslo kentinde doğmuş. Çocukluğu sağlıksız ve hastalıklı bir şekilde geçmiş, annesini 4 yaşında, daha sonra da çok sevdiği kız kardeşini tüberklosis hastalığından kaybetmiş. 20li yaşlarında bohem bir gruba dahil olmuş ve geleneksel adetlere karşı olmuştur. Bu dönemde zamanının çoğunu Berlin ve Pariste geçirmiştir. Tüm zamanlarında olduğu gibi, bu dönemde de Munch, psikolojik ve duygusal durumunu tamamen resim kanvasına yansıtabilmiş bir sanatçıdır.
1908 yılında geçirdiği psikolojik bir çöküntü veya bunalım sonrasında tekrar Norveç’e dönen Munch, zamanla tanınan bir sanatçı haline gelir ancak kendisi farklı teknikler denemeyi de kendini geliştirmeyi de ihmal etmez. Özellikle fotograf ve amatör filmler çekme konusunda ilerlemeyi tercih eder. Yine de aynı zamanda resimlerinde içsel bakışı, trajediyi, özellikle son dönem eserlerinde ise, yaşlanmayı, duygusal bunalımları, hastalıkları ve vücutsal çöküşü ifade etmekten geri kalmaz.
Tüm bu duygusal zenginliğin içinde sergide gezmeye başlarken, henüz ilk odadaki Munch’un kendi oto portresinde bakmaktan kendimi alamıyorum. 1895 yılında yaptığı bu otoportrede dakikalarca takılı kalıyorum. Sanatçı, kendi yüzünün arka planını o denli karanlık ve siyah olarak aktarmış ki, insanın içine işleyen donuk ve sönük bakışları beni derinden etkiliyor. Oldukça uzun bir süre sonra resmin altındaki sadece kemiklerden oluşan dirsek ve el motifini görünce bu sefer farklı bir şekilde etkileniyorum. Sembolleri harika bir şekilde kullanan Munch’un bu kemik halinde el ve kolu çizerken neleri ifade ettiğini düşünüyorum. Çocukluğunda yaşadığı hastalıkları, belki elinden kayan giden küçük yaşta kaybettiği anne ve ablasını, yaşarken aslında ölüme ne kadar yakın olduğunu hissettiğini belirtmek istemesini… işte yavaşça sanatçının karanlıkları benim de üzerime doğru süzülmeye başlıyor.
The Sick Child ‘Hasta Çocuk’ isimli eseri sanatçı 6 kez farklı şekilde tabloya geçirmiştir. Munch, çocukluğunda yaşadığı travmatik olaylardan bir tanesi olan annesi ve kızkardeşinin ölümünü tekrar tekrar kansava aktararak adeta kendi acısının üzerinden geçerek, belli ki kendi üzüntüsünü ile başa çıkmaya çalışmış. Resme baktığımda, annenin hüzünlü eğilişini, ölüm yatağındaki kırmızı saçlı kızın acısını, ölümün çaresizliğini, arka plandaki perdenin de adeta ölümü sembolize ettiğini görüyorum ve hissediyorum.
Edvard Munch, The Sick Child, 1907. 4th in the series. Oil on canvas, 137 × 139 cm. Tate, London
Kadın ile küçük kızın ellerinin birleşmiş olması, kadının aslında daha üzgün olduğunu hissettiriyor bana adeta. Başını öne eğmiş kadının yüzünü göremiyor olmak beni rahatsız ediyor. Adeta anne ve kızının hüznünün içine dahil olmak istercesine, annenin gözlerinin içine bakmak ister gibiyim…
Beni sembolik anlatımıyla derinden etkileyen bir diğer resimler grubu ise, “Weeping Woman” ‘Ağlayan Kadın’ isimli kadının tabloyu sanatçı yine pek çok kereler tekrarlamış. ‘Hasta Çocuk’ isimli tablosu gibi, yine aynı şekilde sanki bir acıyı,kendisine üzüntü veren bir hatırayı pek çok kereler yaparak acısının üstesinden gelmek, o olumsuz his ile başaçıkmak ister gibi Munch.
Beni etkileyen bir diğer eser ise, ‘Puberty’ yani ‘Ergenlik’ idi. Yatağının üzerinde korku dolu bakışlarla oturan, ergenlik döneminin tüm kaygısını ve yalnızlığını aktarabilen bu resimde yine adeta bir ölüm korkusu, olumsuz ve endişe dolu duygular, savunmasızlık gibi farklı izleyiciye doğru uzanıyor.
Munch, tüm korkularını, yalnızlığını, çaresizliğini, kimi zaman melankolik halini sanatına yansıtabilmiş müthiş bir yaratıcı! Resimleri her ne kadar izleyiciyi ve sanatseverleri karamsar duygulara sürüklese de, tüm o sembolik anlatımların ardında her zaman küçücük de olsa bir umut ışığı görebilmek mümkün! Zaten her zaman istediğimizi görmek bizim seçimimiz ve tercihimiz değil mi sevgili okurlar?