Ülkemizde gündem o kadar hızlı değişiyor ki artık takip etmek mümkün değil.
Daha üç, dört hafta önce, “TOKİ tarafından uygulanan Sosyal Konut Projesinin dini hükmü nedir?” sorusuna Diyanet İşlerinin verdiği müjdeli haberden sonra, ev sahibi olabilmek için günahlardan arındırılmış kamu bankalarına koşan gariban Müslümanlar, korkulu bir rüya görmeden kredilerini ödeme planları yaparken birdenbire, hiç hesapta kitapta yokken Elazığ ve Malatya’da 6.8 şiddetinde bir deprem meydana geliverdi.
Deprem bu, hep beklenir ama bir türlü gelişi de gidişi de tam kestirilemez… Ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacağı belli olmaz. Eskiler buna zelzele, yeniler ise yer sarsıntısı diyerek depremi selamlamak zorunda kalır.
İster deprem deyin, ister zelzele hiç fark etmez. Siz ne derseniz deyin o, tabiatın normal akışı içerisinde ara ara yer üstünde boy gösterip gündeme pat diye oturur. Elbette gündemi takip edecek değil ya, zaten ortaya çıkar çıkmazkendi gündem olur.
Baksanıza her deprem sonrası olduğu gibi bu deprem de “Deprem öldürmez, binalar öldürür!” sloganıyla gündemimiz bir anda değişiverdi.
Oysa gündemimizde TOKİ’nin sosyal konut projesi vardı. Nasıl olmasın? Artık gariban Müslümanlar da Diyanet’ten aldıkları ruhsatla rahat rahat ev sahibi olacak diye sevinirken binlerce insanımızın bu kışta kıyamette evsiz barksız kalmasına üzülüverdik.
Bu arada üzüntümüze üzüntü katan ve bize eğitimdeki depremin daha büyük, daha şiddetli olduğunu hatırlatan acayip bir tez ortaya atıldı. Profesör unvanlı, sözde bir ilim adamı “Deprem çocuk yaştaki evliliklerin yasaklanması nedeniyle meydana geldi.” diyerek bizi kara kara düşündürmeye başladı. Şimdi hep birlikte biryandan çürük binaların altında kalanlara yanıyor, bir diğer yandan da eğitimimizdeki bu yarı karanlık tabloyu seyrediyoruz.
Neyse ki Cumhurbaşkanımız Elazığ’a adım atar atmaz “Bu tür afetler bizler için büyük bir imtihan. Ve bu konuda Müslüman olmanın, teslimiyetin hep en güzel örneklerini vermişiz.” diyerek yaptığı açıklama ile doğrusu bizi bir hayli rahatlatıverdi!
Sonrası… İşte asıl mesele orada başlıyor. Bir yandan depremin ardı arkası kesilmeyen artçı sarsıntıları, bir yandan devlet büyüklerimizin ve siyasilerimizin aynı şablondan çıkan “ölenlerimize rahmet, yaralılarımıza şifa, depremde yakınlarını yitirenlere baş sağlığı” mesajları, bir diğer yandan TV’lerdeki tartışma programları, uzmanların eşliğinde deprem haritaları, fay hatları ve acar muhabirlerin enkaz yığınlarının arasında zamanla yarışırcasına yaptıkları fedakârca yayınlar…
Tabii bu hay huy içerisinde unutmadan söyleyelim ki: devletimizin müşfik elinin çok süratli ve derli toplu bir biçimde kendini deprem bölgesinde göstermesi, resmî kurum ve kuruluşlarımızla sivil toplum kuruluşlarının yaraları sarmak için harcadıkları gayretler, doğrusu alkışlanacak bir davranıştı.
Bütün bunlar olup biterken çok popüler bir belediye başkanımızın önce deprem bölgesine, sonra kayak merkezine yaptığı seyahat, depremle ilgili gündemimize yeni bir pencere açıp dikkatlerimizi bu noktaya toplayınca hep birlikte, “Neden gitti, niçin gitti, nasıl gider?” gibisinden birtakım neticesiz sorularla boğuşup durduk. Oysa sayın başkanımız kartopuoynamaya çoktan koşmuştu…
Lakin asıl iş, yok olan canlardan çok, ayakta ve açıkta kalanların hikâyeleriyle ilgilenmekti. İşte onlardan biri:
Oturdukları ağır hasarlı binalardan korkan insanlar, kiralık bir ev bulmak için çırpınırken karşılarına çıkan bazı vicdansız ev sahiplerinin ve acımasız nakliyecilerin bu durumdan faydalanmak için nasıl yüksek ücretler istediklerini duyuncadepremin yaraları bu sefer ruhumuzda açılan korkunç yarıklara dönüşüverdi.
Çünkü bu kokuşmuş, çıkarcı anlayış her geçen gün ölümcül bir virüs gibi bizim ruhumuzu ve aklımızı teslim almakta,tepeden tırnağa bizi sarmakta ve bizi, biz olmaktan uzaklaştırmakta. Bu vurdumduymazlık, bu bencillik karşısında acilen gereken tedbirleri almazsak, eğitimimiz yerlerde sürünmeye, aç gözlüler sivrilmeye, başkanlar kayak yapmaya, Kızılay kıyak yapmaya devam edecektir. Böylece biz, ne yazık ki vergi vermekten kaçınanların Kızılay’ın kasasını nasıl ödünç aldıklarını, milyonlarca liranın nerden gelip nereye gittiğini, kıtalararası yolculuğa nasıl çıktığını bir türlü öğrenemeyeceğiz.
Fakat pek yakında bardaktan boşalırcasına yağan zam yağmurlarının ceplerimiz için bir bereket olduğunu ve bunların ekonomide istikrarın ve büyümenin işareti olduğunu kesinlikle fark edeceğiz.
Görüyorsunuz işte, içerdeki gündemimiz hiç ara vermeden sürekli değişirken dışarıdaki gündemimiz içeridekinden pek farklı değil. Hani tencere dibin kara, seninki benden kara misali…
Bakın işte bir Yunan milletvekili AB parlamentosunda konuşurken ay yıldızlı bayrağımızı yırtıverdi. Ona gereken dersi vereceğimizi açıklayan resmî ağızlar bizi umutlandırırken gündemdeki maddeler önem sırasına göre yeniden şekilleniyordu.
Meselâ:
Kıbrıs açıklarında doğal gaz ve petrol arama çalışmalarımız hangi aşamada?
Libya da neler oluyor, ahvâlimiz nasıl?
Amerikan İsrail yapımı yüz yılın barış planı aniden devreye girdi. Kırmızı çizgilerimizden biri daha çiğneniverdi. Tepkimiz olacak mı veya nasıl olacak? Diye düşünürken şükürler olsun, Dışişleri Bakanımız, “Tek başımıza da kalsak Filistinli kardeşlerimizi asla yalnız bırakmayacağız ve Kudüs’ün birliğini savunacağız” dedi.
Astana ve Soçi süreçleri ne âlemde? Rusya’nın bizden yana olup olmadığa dair içimize düşen kuşkular nasıl ortadan kaldırılacak? Türünden cevabını bilemediğimiz sorular kafamızı karıştırırken 4 Şubat 2020’de Esed güçlerinin İdlib’de yağan bombaları yüzünden sekiz şehidimizi, kanları yerde kalmayacak sözleri arasında, vatan topraklarına intikal ettirdik…
İşte böyle, içeride fay hatları, dışarıda kırmızı çizgilerimiz çatlarken Allah, fakir fukaranın ve ordumuzun yardımcısı olsun diyerek gündemimizden çıkıyorum. Sağlıcakla kalın!
Not: Son haber Van - Bahçesaray karayolundan geldi. Bir felaket ki yüreğimiz buz kesti adeta… Çığ altında beyaz ölüm, 39 insanımızı alıp götürdü… Bahçesaray dediğimiz yer, her kış aynı manzarayı sergiler. Kardan bir dünya oluşur, yollar kapanır. Ve modern çağımızın üzerine sessiz ölümlerle çığlar düşer, ah vah ederiz; ederiz de nedense bu coğrafyanın kaderini değiştirecek, insanlarımızı sağ salim bir menzile ulaştıracak çığ tünelleri yapmayı bir türlü akıl edemeyiz…
Not: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın yaptığı garip açıklamalar…
Not: 10 Şubat 2020’de İdlib’de Esed güçlerinin saldırısı ve beş şehit daha…
Gayri nesini söyleyeyim canım efendim!