Henüz 16 yaslarında olduğum yıllardı. Felsefeye ve psikolojiye ilgi duyduğum ve birazda değisik bakıs açıları yakalamayı arzuladığım dönemlerdi diyebiliriz bunun adına. Derken okulun kütüphanesinde dolasırken gözüme bir kitap ilisti. Kalın bir ciltte sunulan “Deliliğin tarihi”. Öylece kanımı kıpırdatırcasına karsımda duruyordu. O kadar çok heyecanlanmıstımki ilk basta. Herkesin okumadığı bilmediği onca seyi bulacak, hatta Bakırköy Tımarhanesi’nde bunca zamandır merak ettiğim delileri de böylece daha iyi anlayacaktım. Daha doğrusu o tarif edilen delinin; “ağzı yüzü sağa sola kaçmıs halde fotoğraflarını” ve de aykırılık adına yaptıklarını okuyacak, hiç görmediğim deliyi kitabın sayfalarında kesfe çıkacaktım. Geç de olsa, itiraf ediyorum ki; “çocukluktu benimkisi”. Zira kitabı okumaya basladığımda hiç de sandığım gibi bir deli portresiyle karsılasmadığımda sukü-tu hayale uğradım diyebilirim. O yıllarda bir türlü çözemediğim onca terminolojik sözcüğün manasını iletisim fakültesini bitirine kadar anlamakta zorlanmıstım diyebilirim. Ama asıl sorun bu değildi. Diğerlerine de gelicem elbette. Lakin aradığım soruların cevabının; bugün yasadığım çağda ve coğrafyada binlerce kılıkta karsıma çıkıyor olduğunu görmek. İste bugün bu yazıyı yazmamın en büyük sebeplerinden birisidir.
Öncelikle son günlerde sıkça tartısılan bir konudan bahsetmek istiyorum. Kendilerini hiç tanımıyorum, ama adları deliye çıkarıldı. İsimleri "Umut Özkaleli ve Ömür Yılmaz". Onlar Kıbrıs’ta doğup büyüyen bizden biri yani; insanımız. yurtdısında eğitim alıp kendilerini eğitime adamış iki basarılı akademisyen.
Lakin isimleri son zamanlarda akademikbasarılarından ziyade delilik söylemleriyle anılır oldu. Gerekçe ise 10’a yakın öğretim üyesinin intihalci olduğunu ve baskalarının makalelerini kendilerinin çalısması gibi sunduklarını ortaya çıkarmaları. Gittikleri iki üniversitede isten atılma sebepleri bu oldu. İlginçtir Yödak’tan bu konuyla ilgili hiçbir açıklama gelmedi. Ayrıca bu kisiler hala daha görev basındalar. Ne yazıkki o da yetmedi "Umut Özkaleli ve Ömür Yılmaz"ın arkalarından suan "bu kadınlar deli mi" deniyor".
Eğitimin dibe vurduğu noktaya gelmis bulunmaktayız dostlar. Ağzı dolu dolu laf yapan yetkililer demiyorum! Halkımıza soruyorum bu soruyu!, KKTC üniversiteler bazında artan bir yoğunlukla okuma yazma seviyesi yüksek bir ülke değil mi? Hersey zaten güllük gülistanlık. Ne kadar mutlu bireyleriz biz. Peki onlar deliydi de, bugün öğrencilerine :-“NLP’yi (NLP 'nin açılımı İngilizce olarak Neuro Linguistik Programming'tir) ve yasam koçlarını okuyun” “bunu öğrenin”, bilmiyorsanız sizler basarısız insanlarsınız, bosuna okudunuz bunca zamandır.
- “Köylüye gidip bunu anlatmayın sakın ha. Onlar ne anlar hem cahiller.
-Basına türban takan teyzeye de anlatmayın, zira onlar les gibi kokuyorlar diyen eğitimci neydi peki?
Hemen yanıtlıyorum. Bu sözler ve dahası benim o günlerde bulunduğum bir üniversiteyi terk etme sebebimdi. En basta kendi içinden çıktığı değerleri, ananeleri yok sayan ve kendisi “batılılasmıs” gibi göstermeye çalısan hoca ve hocalar; “oryantalizmi yani “doğu zihniyetini” Edward Sait’ten sadece okumakla kalmayıp, bir zahmet hayata da geçirin ki, yaptıklarınızla söyledikleriniz arasındaki çeliksiyi, en az bizim kadar net görebilesiniz. “Deliliğin tarihi”ni yazan filozofun olan “Michel Foucault” 17-18.yüzyılın modernlesme yolunda atılan çabalarla bilimler sınıflandırıldıkça, paranın “merkantalizm” olmak üzere, “artı değer kuramlarının” nasıl ortaya çıktığını fark ederek yeni kavramların çoğalmasındaki sebebi ve bundan kurtulma çözümlerini sunuyordu aslında. Sadece bilim olarak değil, hapishane örneği olarak da Türkiye’de bulunan “F tipi” cezaevleri, suçlular, suçlar, adalet, açısından da yol gösterici bir kuramsal yaklasımdır.
Ayrıca Son günlerde, meydana gelen siyasi yozlasmaya karsılık gelebilecek bir de “gözetim evi” kuramı vardır ki Michel Foucault’un , buna en çok ihtiyacımız olduğu dönemin içine girmis bulunmaktayız. Zira ünlü filozofa göre; kendimizi tımarhanedeki gibi sürekli denetlenen, ısıkları durmadan yanan bir gözetim evinin altında toplanmısız da, onun etrafında her an gözetleniyormus sandığımız suç islemesekte suçluluk hissi uyandıran bireyler yasamakta olduğumuzu söylüyordu. Aman baskası ne der, bunu yaparsam ne olur , onun fikrine katılırsam bu davranısım elestiri alırmı, baskaldırırsam basıma çorap örermiyim ve daha nicesini sayabiliriz bu örneklerin içinde. Demem o ki; yargı mekanizmasındaki; “iktidarın” aslında varolan değil, yaratılan modernlesme ile kendi içimizdeki iktidar olduğunu anlatıyordu. İste bu yüzden ben dısarda aradığım deliyi o kitapta bulamamıstım.
Buna ilaveten, Elisabeth Noelle Neumann'ın 1984'te ortaya attığı iletişim kuramı olan Suskunluk sarmalı’nı da ekleyebiliriz. Nasıl ki o dönemde yasanan katliamları görmezden gelen toplum kulağını tıkayıp dümdüz önüne bakarak, rozeti göğsüne takıp yürüyorsa ,simdi bizlerin içine düstüğü durumda aynidir. Günlerce sokakta açım diye bağıran Lefkosa Türk Belediyesi Çalısanları’nın sesini duymamak, anlamamak, “banane ondan ben gezer tozar aldığım kıyafetleri yediğim yemekleri bir de facebook’ta etiketler ne kadar modern olduğumu gösteririm demek te öyledir. Yani aslında deli adını modernlesme çabalarıyla açılan hastaneler ve diğer kurumlarla unuttuk bile. Asıl deli olanın kendisini de.
Adlarına yeni yeni organizasyonlarla rehabilite koyup “ sizofren, paranoya, manifdepresif gibi yumusak ifadelerle uzmanlasarak daha çok “uzmana” ekmek kapısı aralayan kurumlar, aslında deliliğin tarihsel ve de siyasal dökümanını sunmaktadır. Bireye sürekli sorunlu olduğunu hatırlatan kurumların ta kendisidir bunlar. Gidenler ise, buna o kadar çok inandırılmıstırki, “deli değil, sorunluyum” diyenlerdir daha çok. Daha da açık bir ifadeyle ne yazık ki; sürekli gözetime ihtiyaç duyanlar.
Ve hatta yeni iletisim teknolojilerinden en önemlisi olan internet ve facebook’taki tepkilerde öyledir. Facebook’un son günlerde; “Neler yapıyorsun, nasıl gidiyor sorusuna kızanlarda öyle. Her gün kendisini etiketleyerek desifre eden, baskalarının görmesi için müdahale izni veren bireylerin facebook kendisine sorduğunda gereksiz tepki vermesi de sanırım bir tür deliliktir. Çünkü kendisi zaten Deliliğin tarinde anlatıldığı gibi kapatıldığı yerden çıkmak istememekle beraber, bundan son derece hosnut ve baskaldıramayan “modern özne”dir. Bu özne o kadar çoğalmıstır ki, sadece bilgi amaçlı facebook’u kullanmak yerine gösteri yapmaktan geri kalmamaktadır. Üstelik toplumun yarısı aç olduğu dönemlerde diğerini düsünmeden tüm değerlerinden sıyrılarak yapmaktan da çekinmemektedir.
Tıpki yasam koçlarının çok gerekli olduğunu ve diğer konuların gereksizliğini savunan akademisyenlerin her geçen gün çoğalması gibi. Zira
“Deliliğin Tarihi”nde anlatıldığı gibi, orta çağdaki kaçıkların gündelik yaşamın bir parçası sayılarak hersey normalmis gibi ortalarda dolasması daha da tehlikeli sayılmaktadır.Simdi akıllı ve delinin fantastik dünyasında dolaşmadan önce , kendi çağımızda yasadığımız ütopik sorunlarla “deli”nin bize onun deli olduğuna karar verdiren konumlandırmaya tekrar göz atmak gerekmektedir. Ancak o zaman, genel toplumsal harita üzerinde delinin işgal ettiği yeri bu tarihsel yolculukta, arınma ayin ve oyunundaki yerini ve rolünü kavrayabiliriz. İste bu nedenle, Akıl, kendini ancak deliliğin zıddında, deliliğin zıddı olarak tanımlayabiliyor. Öyleyse delilik, toplum düzeninin varlığı için gerekli; çünkü bu düzen ancak kendi negatifinin aynasında kimlik bulabiliyor.
Simdi son sözüm sudur; Hadi ordan Allah’ın deliler sizi!..
Bu yazı; Toplum bilimci, Frankfurt Okulu Türkiye temsilcisi, iletişim biliminin önde gelen isimlerinden değerli hocam: “Prof. Dr. Ünsal Oskay anısına yazılmıstır. “Yıkanmayan çocuklar olun demistin, Seni her geçen gün daha da çok özleyen okul birincin, Öğrencin. “ simdi sen nur içinde yat hocam”.