Eh, Polyanna okuyarak büyüdük nasılsa. Hepimizin içine bir parça Polyanna kaçmıştır.
İnsanın "ne yazsam acaba" diye hiç düşünmediği bir ülkede yaşamak ne güzel!
Futboldan da yasasından da anlamam. Ancak bu konuda toplumun gösterdiği ilgiye şaşırıyorum. Her şeye sesiz kalan halkım bu mesele ile hiperaktif bir şekilde ilgileniyor. Bu ilginin nedenine bakarken şu rakamlara rastladım:
Dört büyük kulüp, derbi günü bilet satışlarından 17 milyon TL gelir elde ediyor. Dört büyük kulübün taraftar mağazalarının derbi günlerindeki toplam ciroları 6.5 milyon TL'yi buluyor.
-Bir sezonluk maç biletinin toplamı 30 milyonun üzerinde parayı buluyor.
-Türkiye'nin en zengin takımı Fenerbahçe, dünya futbol para liginde 87 milyon euro gelirle 30'uncu sırada yer alıyor. Bir Fenerbahçe taraftarının takımına, maç bileti, lisanslı ürünler gibi alanlarda yaptığı harcamalarla yıllık 1.700 dolar, Galatasaray taraftarı 1.200 dolar, Beşiktaş taraftarı da 850 dolar akıtıyor.
-Dört büyük kulübün taraftar mağazalarının cirosu yıllık 80 milyon dolara ulaşıyor.
-Futbol ekonomisinin diğer sektörleri etkileme gücü oldukça yüksek. Futbol ekonomisi bir birim gelir yaratırken, diğer sektörlere dokuz birim para akıtıyor. Bu özelliği nedeniyle futbolla beraber devasa bir nakit para akışı yaşanıyor.
AK PARTİ ÇATIRDAR MI?
Bu soruyu ortaya atıp bunun üzerinden senaryo üretenler hep aynı kişiler. Ve senaryoları koltuklarının altında kös kös geri dönmekten de hiç yılmadılar.
Abdullah Gül de Tayyip Erdoğan da siyaset tarzları yer yer ayrılsa da aynı davanın insanlarıdır. Aynı siyaset iklimine ve terbiyesine sahiptirler. Ayrıştıkları konular olsa da uzlaşma yollarını bulmakta ikisi de son derece mahirdirler. Bu nedenle aralarındaki hiç bir fikir ayrılığını ne şimdi ne de sonra Ak Parti'yi çatırdatacak boyuta getirmezler. Biri partiler üstü bir makamda Cumhurbaşkanı, diğeri de Başbakan olsa da iki liderin en önem verdikleri şey sürdürülebilir tutarlı siyaset yapmaktır. Ve bundan asla ödün vermezler. Bu da onların arasında her türlü görüş farkını uzlaşma sonucuna götürür. Bu nedenle meseleyi köpürtenlerin heveslerinin kursaklarında kalacağına eminim.
EDEP YAHU!
Bunu yazarken bile acaba haksızlık mı ediyorum kaygısı taşıyorum. Zira Ali Bulaç'ın "kadının evden piyasaya çıkarılması için başlatılan seferberliğe" ilişkin itirazlarıdır bana bu cümleyi kurdurtan. "Ev'den Cami'ye" yazısında kullanmadığı "iş" tanımı sonraki yazısında ilave edilmiştir.
Bulaç'ın; Diyanet İşleri Başkanlığı'nın dini kitaplardan Kur'an'a ve sünnete aykırı yorumları arındırmak için yaptığı çalışmalara, kadınlara camilerde yer ayrılmasına, kadına şiddetin önlenmesine, kadın müftü yardımcılarına itirazı ile PİYASA koşulları arasında kurduğu bağı anlamak mümkün değil. Cuma günkü yazısında kullandığı "piyasaya çıkmak" ile bir hafta sonraki yazısındaki "piyasa"nın aynı bağlamı taşıdığına inanmıyorum. Buradaki delilim yazarın tarihidir. Nitekim "Dünya bülteni"nde yayınlanan "Yeniden İman" isimli yazısı da benzer bir durumu ortaya koyuyor: "Annelik itibardan düşmüş, ev hanımlığı utanılacak bir şey. Evlilikler de dikiş tutmuyor, hızla çözülüyor. Kızlarımızın başı örtülü, ama üzerlerinde daracık pantolonlar var, göğüsleri top top."
Ali Bulaç'a camiden piyasaya yol çizdirten şeyin derin bir zihniyet değişimi olmadığı ortadadır. Zira bu zihniyet değişimi kadınları da erkeleri de topyekün kuşatmış durumda. Bulaç'ın yaptığı şey kapitalizm, tüketim toplumu, modernizm eleştirisi sosuna bulandırılmış dindar kadın düşmanlığıdır. "Kadının evden önce camiye sonra piyasaya çıkması" nın önündeki engelleri kaldırmakla suçladığı Diyanet camiasından da, kadınlardan da özür dilemelidir.
Ne yazık ki işine gelince İslamcı, işine gelince statükocu, işine gelince modernist, işine gelince gelenekçi, işine gelince de komplocu olmak zamane erkeğinin hali oldu.
İşgalci zihniyetleri, özgürleşme söylemlerinin sathiliğini elbette biz de biliyoruz. Ama bu yaşanan hakikatleri, kadın sorunlarının varlığını ve bunun dini yorumlarla olan ilişkisini görmeye mani değil.
Yasin kitaplarındaki duaların arasına Yahudilerde olduğu gibi "Allahım beni kadın yaratmadığın için sana şükür olsun" diye yazdıran, "en büyük ibadet erkeğin yüzüne bakmaktır" sözünü hadis diye belleten bir toplumda, kadının yaşadıklarını görmemek mümkün mü? Ayrıca dindar kadınlara hemen kandırılacak, din ile ilişkileri yüzeysel varlıklarmış muamelesi çekmek de neyin nesi?
KADIN KONULU DİNİ YAYINLARDA YANLIŞLAR DÜZELİYOR
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in Dini Yayınlar Sempozyum'unda yaptığı konuşmasında ortaya koyduğu esaslar çok önemliydi.
Peygamberimizin hayatına ilişkin anlattığı bir anekdot ile başladı söze: "Nereden Medine'ye geldiği bilinmeyen siyahi bir kadın mescidin temizliği ile uğraşıyordu. Peygamberimiz bir gün onu göremeyince nerede olduğunu sordu. Öldüğünü söylediler. Kimsesiz bir kadının ölümünü peygambere söylemeye gerek görmemişlerdi. Neden bana haber vermediniz diyerek kızdı, mezarlığa giderek orada tekrar cenaze namazını kıldı."
Görmez hadis külliyatında kadın üzerine yaptıkları proje çalışması esnasında rastladıkları bu bilginin öneminin altını çiziyor. "Mevcut dini kitapların birçoğunda yer alan kadın konusunda oluşmuş paradigmaların hiç birisine peygamberimizin hayatında rastlamıyoruz. Bugün İslam dünyasında bunları ortaya koyacak alim ihtiyacımız olduğu kadar alime ihtiyacımız da var." diyor ve devam ediyor;
"Tabii bu arada evde eşine söz geçiremeyen zevatın, hanımların itaatini sağlamak için hadis uydurduğunu biliyoruz. "Kadınla istişare et, dediğini yapma" hadisi gibi.
Bu uydurma hadisin uydurmalığına en önemli delili; peygamberin hayatının bizzat kendisidir. İlk vahiyde ilk paylaştığı kişi Hz. Hatice'dir ve onun tavsiyelerine uyar. Gazali'nin kitapları dahil bir çok kitabın Türkçeye çevrilirken dipnotların çıkarıldığını, dipnotta "aslı yok" denilen hadis ve sözlerin bile bu kitaplarda sahihmiş gibi algılandığını biliyoruz. Kimseyi suçlamadan, yeni kuşaklara dini doğru anlatabilecek çalışmalar yapmalıyız."