Bir şiirde olmayan şeyin benim evimde de yeri yoktur diyor Japon bir edebiyatçı.
T. S Eliot bir şiirinde “başlangıç noktası evdir,” diyor. O da evimizin neresi olduğuna göre değişiyor. Eğer dört duvar arasına evimiz dersek oraya hiçbir şey sığmaz. Kendimiz bile zor sığarız. Aslında dünya da bir ev gibidir. Ev deyince, evlilik, aile pek çok şey giriyor içine. Kimine göre yersiz yurtsuz olma anlamına gelebiliyor. Evde hissedememe duygusu var bir de. Orası evin bittiği yer işte.
Ev bitti!
Her şeyin son noktası ev ise ne kadar ürkünç bir düşünce.
Kişiye özel bakacak olursak doğru soru: Evin neresi?
Benim evimin duvarları yoktu. Doğru düzgün kapı da yoktu. Erişebilirdi her isteyen. Girer çıkardı. Ya da dilediğince yerleşirdi. Ama bakın bir bölüm vardı ki; Karanlık odalarım. Çatı aralarım. Artık görmek istemediğim, unuttuğum ne varsa içinde barındırdığım. Neler biriktiğini kendim dahil kimsenin bilmediği bir mahzen. Bir şiir nasıl anıda bellekte kalıyorsa öyle hatıralarım vardı. Evim beni, ben evimi şekillendirmiştim. Didier Anzieu’nun dedigi gibi; “Ruhsal dünyamın ikinci bir derisiydi.”
Kendi evimi tanımak zorlu bir süreçti. Günlerce, haftalarca, aylarca zihnimin zeminiyle ayaklarım arasındaki o mesafede çıkan sesleri dinledim durdum. Kokuların kaynağına gittim. Gittim geldim. Dondum durdum. Baktım göremedim. Görmek istemediklerimi bastırmaya devam ettim.
Sıkıldım evimden. Kaçmak da işime gelmedi. Bütün bunların içinde başka bir varoluşu arzuluyorum simdi. Yeniden yeniden oluş hali istiyorum. Nefes alışıma göre esneyen, hareket eden bir evi hayal ediyorum. Ruhumun da oturma odaları olsun mesela, kendi içimde kendimle oturmayı öğrenebileyim orada.
Ben mimar değilim. Öyle bir eğitimim yok ama dayatılan o kalıpların dışına çıkıp bir makamı dönüştürmek başka bir şekil verme hayali bile çok büyük heyecan veriyor.
İhtiyaclarıma göre düzenlemek, eskileri yok etmeye çalısmadan, fırlatmadan usulca bir kenara koymak. Düşünsenize, bir insan eviyle neler yapabilir. Duvarını yıkıp başka bir sey haline dönüştürebilir.
Duvarın arkasında mıyım, önünde mi, yoksa altında mı. Şeffaf duvarlar arzuluyorum ki görebileyim ne olup bittiğini. Yoldaş arıyorum da diyebiliriz. Duvarları şeffaflaştıracak usta bir duvarcı yok tanıdığım... Öyle anlarda zihnimde bir ritim oluşuyor ve şiir çıkageliyor. Eşlik ediyor bu yolda. Mısraların kucağına bırakıyorum kendimi; kuşatıyor şiirin şeffaf duvarları. Orada kendime ait dört duvarlı bir yeri var edebiliyorum.
Şiir biraz da mahrumiyetten doğuyor. Kendini ait hissedeceğin ev de öyle. Ya sevginin, ya da şefkatin mahrumiyetinden kendine dogru açılıyor yollar. Ilhan Berk’i hatırlıyorum. Bir duvar ustasını anlatırken diyor ki: “Şiir tuğlanın yere düşmesinde değil, havada asılı kalmasıdır”.
Rehber olması açısından soruyorum. Bir şiirde neler oluyor?
Bir şiirde fazlalık olmuyor. Bu da hoşuma gidiyor. Boş söze yer yok. Evimizde de olmasa ne güzel olurdu. Şiir de kelimeleri seçerken meydan senin oluyor. Evime girecekleri seçerken de öyle olsun istiyorum. En mahrem yerim. Yersizlik duygusundan sığındığım. Aradığım bir duygu. Şiirin tül ardından görüneni, odaların renginin tam belirgin olmaması da gizem katıyor. Bir de zihniyeti var şiirin. Yazıldığı dönem, sosyal durumlar, siyası çalkantılar... Bağlı olduğu gelenekler var. Bir öncekinden esinlenir ve bir sonraki dönemi etkiler. Gelenektir bu. Bunların bütünlüğü, hem şiiri şiir yapar hem de evi ev.