Gelenekleriyle bilinen Britanya’da, eskiden ekmek bile itibara göre bölüşülürmüş.

İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta  kısmı, misafirler de üst kabuğu yeme hakkına sahiplermiş. Misafirden kastedilen varlıklı kişiler, yani bugünün deyimiyle yüksek gelirliler olmalı.

 

Modern dünya kapitalist sistemle tanıştığından beri de fazla değişen birşey olmadı aslında.

Dünün “işçi sınıfı”na bugün “çalışan kesim” denilerek bir söylem değişikliğine gidildi sadece.

Üretenlerin tüketimden aldığı pay hiç değişmediği gibi aradaki fark çalışanların aleyhine daha da büyüdü hep.

Ekmeğin kızarmış olan üst kabuğunu hep varlıklılar yiyince de  sosyal patlamalar kaçınılmaz hale geliyor.

 

Alabildiğince teşvik edilen tüketim kültürü, sosyal dengeleri de gelenekleri de alt üst ediyor. Bunu söylerken hırsızlığa, yolsuzluğa, usulsüz kazanca gerekçe aramak amacında değilim elbette.

Yapmak istediğim, günlük hayatta karşılaştığımız gerçeklerin altını çizerek daha görünür hale getirmek.

Bugünlerde Britanya “toplum değerlerini onarma” gibi bir kavramı tartışıyor. Kavramın mimarı da bizzat Başbakan David Cameron.

 

İsyan, yağmacılık ve başkaldırı ile yüzleşen hükümet ve Cameron’un öncelikli gündemini “ağır çekim bir ahlaki çöküş” ve “parçalanmış toplumu onarmak” oluşturuyor.

Cameron ülkesinde yaşanan isyanlara, ekonomik tasarruf kesintileri ve yoksullukla ilgili olmadığı teşhisi koyup, olayları sadece “davranış bozukluğu”na indirgeyerek restorasyon işine soyunuyor.

 

Oysa başkent Londra başta olmak üzere ülkenin birçok kentinde göz göre göre bir yağmacılık yaşandı geçen hafta.

Her şey orta yerde oldu.

Polis izledi, halk izledi, kameralar görüntüledi.

Siyasete girme nedenini “büyük ve güçlü bir toplum oluşturma” olarak açıklayan Cameron’un onarım işine başlarken olgulara daha geniş çerçeveden bakması beklenirdi.

Yaşanan olayların, eğitimden aile yapısına, geleneklerden uzaklaşma ve inanç eksikliğine kadar birçok nedeni olduğu doğru.

Bunu sadece siyasetçiler değil, sokaktaki her aklı başında insan dile getirebilir.

Ancak insan öldürmeye kadar varan bir şiddetten söz ediyoruz...

 

Bir hafta içinde yüz milyonlarca sterlin maddi kayıp bir yana, ikisi kardeş olmak üzere tam beş kişi hayatını kaybetti.

Cana kastedildi, malllar yağmalandı.

Sorun da çok ciddi, mevcut durum da. Böyle çok ciddi sorunların yaşandığı ülkeyi yönetenler, onarım işine soyunurken teşhisi de doğru koymak zorundalar.

“Sorunlu aileler, disiplinsiz okullar ve kontrollsüz mahalleler”de yetişen “davranış bozukluğu” içindeki gençleri daha fazla futursuz hale getirenin ekonomik gerekçeler olduğu gerçeği de  yabana atılmamalı.

Eğer “parçalanmış toplum”dan kastedilen insanların menşei ve rengi değilse, bu durumun bir günde ortaya çıkmadığı da kabul edilmeli.

 

Usulsüz harcamalardan mahkum olmuş milletvekilleri, şehvet duygularıyla makamını kullanan bakanlar ve hatta iktidarları döneminde skandala adı karışmamış kabine üyesi kalmamış hükümetlerin payı yok mu bu bozulmuşlukta?

David Cameron’un bugün sorunlara koyduğu “ahlaki çöküş” teşhisi beni gerilere götürdü.

Yine Muhafazakar Parti’nin iktidar olduğu 1990’lı yıllara...

 

Kraliyet ailesinin kimi mensuplarından Muhafazakar partili bakanlar ve milletvekillerini de kapsayan skandallar üzerine dönemin başbakanı John Major da, çözüm olarak “geleneksel değerlere dönüş” kampanyası başlatmıştı.

Bununla da yetinmeyip Fransa’dan “ahlak sistemi” arayışına yönelmişti.

Aradan on beş yıl geçmesine rağmen sorunun topluma yayıldığını görüyoruz.

Ne garip tesadüf ki, yine Muhafazakar bir başbakan “ahlaki çöküş”ten söz ediyor ve “onarım” vaadediyor.

Hem de sorunların kaynağında fakirlik ve yoksulluğun olmadığını savunarak.

Ekmeğin kızarmış üst tarafını bir türlü tadamayanların sorununun  sadece “ahlaki” olmadığını bir gün anlar mı acaba Cameron?

Göreceğiz..