Yaşım 54… Kırk yıl öncesini çok rahat hatırlayabiliyorum…
Bugünün bazı büyükleri, dün çok başkaydı; şimdi bambaşka!...
O yıllarda, sadece paraya-pula değer veren; toplum içinde başka bir kriter aramayan insanlar ayıplanır, dışlanırdı…
Zenginin fakire, fakirin de zengine bir hürmeti vardı…
“Düşmez kalkmaz bir Allah’tır” denirdi.
Siyaset, ideolojik örgütlenmeler dışında ayrıştırıcı olmazdı…
Çay-kahve muhabbetlerinin malzemesi gibiydi…
Herkesin herkese bir saygısı vardı…
Çoğu kişi her seçim farklı bir partiye oy atardı…
Bizim evde de üç ayrı partiye oy verilirdi…
Dedem Adalet Partili, Babam Selamet Partili, Ağabeyim MHP’liydi…
Sağ-sol çatışmasının körüklendiği, kurtarılmış bölgelerin oluştuğu, anarşinin tavan yaptığı zamanlarda bile sosyal ilişkiler bu kadar zarar görmemişti…
Kimse bulunmaz Hint kumaşı değildi…
Okur-yazar sayısı, üniversiteli sayısı çok az olmasına rağmen, okuma kültürü zirve yapmıştı…
Gazete ve dergilerin tirajı ciddi rakamlara ulaşıyordu…
Kültür ve sanat faaliyetlerine yoğun bir ilgi vardı… Tiyatrolar, sinemalar, konservatuarlar tıklım tıklım dolardı…
İyilik isteyenden karşılık beklenmezdi…
İmkan sahipleri, malını, mülkünü, yediğini, içtiğini başkasının gözüne sokmazdı…
“Söz verme” en güvenilir ödeme aracıydı…
Emeğin ve helal kazancın hatırı yüksekti…
Cami kürsülerinin dokunulmazlığı vardı… Hocalar siyasetin dışında kalmayı bilirlerdi…
Her siyasi parti mensubundan aynı derecede hürmet görürlerdi…
Kışlaya, okula ve camiye siyaset bulaştırılmazdı…
Görüşü, düşüncesi ne olursa olsun, toplumun “büyüklerinin” hepsi halden anlardı…
1986 yılında Ankara’da üniversiteye başlamıştım…
Eksiklerimi tamamlamak için Kızılay’da kitapçılarda dolaşırken; sırtıma biri dokundu…
Arkaya döndüğümde, şık giyimli, orta yaş üstü bir beyefendinin gülerek bana baktığını gördüm:
- “Merhaba delikanlı, Giresunlu musun?” diye sordu…
- “Evet” dedim… “Niçin sordunuz?”
- “Ben eski Giresun Milletvekiliyim. Adım, avukat Şükrü Abbasoğlu... Elinizde Giresun’la ilgili bir kitap tuttuğunuzu görünce merakımdan sordum” diye cevapladı…
- Vaktiniz varsa, bürom üst katta, tanışmaktan memnun olurum” şeklinde sözlerine devam etti.
Pek tabi, bu ilgiyi karşılıksız bırakmadım. İşim bittikten sonra ofisine çıkıp bir saatten fazla kendisiyle sohbet ettik…
Siyasetçi böyleydi eskiden… Kibir yoktu… Riya yoktu, reklam yoktu…
Yine 1989 yılıydı…
Giresun Milletvekili Yavuz Köymen, Meclis’te KİT Komisyonu başkanlığı yürütüyordu… Çoğu bakanlardan daha etkili bir koltuğu vardı…
İnşaat Mühendisi biraderim DSİ’de çalışmak için başvurmuş; yetkililer Yavuz Köymen’den referans istemişlerdi… O yıllar bazı kurumlara sınavsız girilebiliyordu…
Beraber Meclise gittik… Ancak bir hafta kapısında beklememize rağmen, görüşmek için randevu alamadık…
Birader pes etmişti… Fakat dur dedim… Aklımda bir şey var, ben bu randevuyu alacağım…
Gazetecilik stajı yaptığım yerden sekreterini aradım… Gazeteci olduğumu, Yavuz Bey’i ilgilendiren bir yolsuzluk haberi yayınlayacağımı, yayından önce konu hakkında bir söyleyeceği olup olmadığını sormak için görüşmek istediğimi belirttim… Gazetecilere her kapı kolay açılır…
Tabi randevu anında çıktı!... Biraderi de alıp, tekrar Meclis’teki odasına geldik… Hemen içeri alındık… Yavuz Bey ayakta karşıladı…
Oturmadan önce, çevirdiğim dolabı dürüst bir şekilde kendisine aktardım… Özür diledim ve randevu almak için başka çare bulamadığımı söyledim…
Kahkahalarla güldü… Açlığımızı, tokluğumuzu sordu… DSİ yetkilisini arayıp, başına geleni anlattıktan sonra, biraderin işini de çözdü…
Aynı şey şimdiki milletvekillerine yapılırsa, yapanın başına neler gelir kim bilir?
Devlet Bahçeli o yıl MHP Genel Sekreter Yardımcısıydı…
Yavuz Bey’den randevu beklediğimiz sırada parti binasına onun yanına da uğradık…
Oy vermediğimiz bir partinin kapısını bile bu şekilde zorlarken; oy verdiğimiz partiden destek istemeyi ihmal edemezdik…
Bahçeli’nin odasında bir saate yakın özel ve yüz yüze bir görüşme yaptık…
Efendiliğini, nezaketini, yardımseverliğini, üslubunu ve duruşunu o yarım saat içinde bize yansıtmayı başarmıştı…
Önce harçlığımızı sordu… Daha sonra da kalacak yerimiz olup olmadığını falan…
Ardından, bürokratik kademelerde tanıdığı olmadığını, yardımcı olamamaktan dolayı üzüntü duyduğunu belirtti… Belki yardım alamamıştık ama, verdiği dürüstlük ve samimiyet dersinden oldukça etkilenmiştik…
Öğretmenliğe atandığım 1997 yılında Ergün Özdemir iktidar partisi milletvekiliydi…
Tayinim yüksek bir köye çıkmıştı… Aile birliğimin bozulmayacağı, günlük gidip gelebileceğim okullarda görev yapmak istiyordum…
Partisinin ilçe başkanlarına gittim… Sonradan ortaya çıkmasın diye, kendilerine oy vermediğimi de peşin olarak söyledim… Talebimi ikiletmeden yerine getirdiler… Memlekete nerede daha faydalı olacaksan, orada çalışmaya hakkın var dediler…
O günün büyükleri, o günün siyasetçisi gerçekten böyleydi…
Herkes haddini bilirdi… Siyaseti de her yere bulaştırmazdı…
Karşısındaki insan ile empati kurarak, muhatabının halinden anlardı…
Eksikler, hatalar gene fazlaydı… Fakat insana bakış ve insana yaklaşım asla şimdiki gibi değildi…
Hakikaten çok güzel günler, çok güzel adamlar vardı…
Bazen şöyle diyorum:
“Bir zaman makinesi olsa keşke… Tadı-tuzu kalmayan bu günlerden bizi alsa, tekrar o muhteşem yıllara götürebilse!...