Çeyiz sandığı, üzerine oturup başını öne eğen kadının yasını tuttuğu elli yıllık hatırasıydı eşinden kalan. Koca elli yıl geçip gitmişti. Eşinin eli elinden kayıp gitmişti sonsuzluğa. Fakat birlikteliklerinin ilk şahidi bu meşe sandık orda duruyordu. Eli dili bağlı yası içinde saklı.“Senin de söyleyeceklerin var mı” diye soran olmamıştı adeta o da küsüp kalmıştı köşesinde.
Kadının gözlerine dolan ıslaklığı fark ettiğimde bende ağladım. Eşini kaybetme duygusunu bilmiyordum. Fakat aşkı, vefayı biliyordum. Birini böyle özlemle anmanın ne demek olduğunu, gittiğine inanamamanın 'altı yıl önce buradaydı' derken ki acı burukluğu yalnızca kalbinde değil tüm uzuvlarında hissettiğini biliyordum. Saçlarında dolaşan avucun sıcaklığını her gün yeniden hissettiğini, sevginin sıcaklığının fiziksel gidişle kaybolmadığını da..
Yetmiş altı yasında bir İskoç kadının evinde 'çeyiz sandığı bizimde geleneğimiz' demenin böyle hüzünlü bir konuyu açacağını bilmiyordum. İçimde o an şaşkınlık vardı. İnsan bunca yıl sonra nasıl böyle aşık kalabiliyordu? O kadar çok görmüştüm ki yeni evli çiftler arasında ağzı açılmadık hakaretlerin bir çırpıda söylediğini. Ya da ilişkileriyle övünen pek çok insanın birbirlerinden uzaklaşır uzaklaşmaz ilk özlem boşluğunda yeni aşklarda teselli aradıklarını… Gidenin kalanda kalanın gidende umudu olmadığı fason sevdaları… Şimdi karşımda oturmuş yetmiş altı yaşına rağmen imrenilecek güzellikte ve enerji de olan bu kadının eşini anlatırken ki kullandığı sevgi, kıvanç dolu güzel sıfatları hayretle dinliyordum. İnsan nasıl böyle güzel sevebilirdi? İşte bu aşkı tersten yaşayanların hikayesiydi ben de adını bugün öğrendim.
Şahit olmadığım hikâyesi kadının; en başta muhtemelen doludizgin başlamamıştı... Cep telefonlarıyla gece gündüz mesajlaşmaları tabi ki olmamıştı. Belki evlenirken bile ne kadar sevdiğini bilmiyordu. Gençliğinin ilk yıllarında makul ve mantıklı bir evliliğin seçimi bile olabilirdi bu aşkın temeli. Yılların katkısıyla fark etti muhtemelen aşkını. İlk yavrusunu kucakladığında sevdi belki onu en çok. Belki kendisinin cesaret bulamadığı şeyleri başarmasına sebep olduğunda. Belki de kaybettiği ailesinden sonra…Ürkekliği ve çaresizliğini anladığında yada en çok sevdi.. Birden sevmedi muhakkak tanıdıkça büyüdü hisleri.. Seni şu kadar seviyorum aşk tanesi diye seslenmedi belki en baştan. Büyük ve şişme sevgi sözleri girizgâhı olamazdı içindeki hislerin. Sandığında çeyizi birden dökmediği gibi içindeki hisleri de hemen göstermedi. Çünkü anne yadigârı meşin sandık ihtiyaç anında açmak içindi. Biri bitmeden ötekini tüketmek için değil. İçinde ki bezlerin bile bir gururu vardı utancından nakışı incinmesin diye saklayarak kullandı herşeyini. Sonunda yıllar geçtiğinde ne hisleri eskidi ne o aşk şahidi mahzun sandığı…