Lisede okurken, edebiyat öğretmenlerimizin kompozisyon ödevleri olurdu…

Bu ödevler pek zor değildi… Ama epeyce zamanımızı aldığı için bizi çok yorardı…

Çünkü yazmanın ön koşulu okumaktır…

Kompozisyonu yazmadan önce, konuya ilişkin en az iki kitabı baştan sona dikkatlice okumamız gerekirdi…

Tıpkı, “abdestsiz namaz” gibi, kaynaklarını okumadan kompozisyon yazmamıza asla izin verilmezdi…

Hocalarımız yazıyı değerlendirirken, mutlaka ilgili kitaplardan pasajlar arardı… Giriş, gelişme ve sonuç sıralamasında bir anlatım yapıp yapmadığımıza bakarlardı…

Şimdiki öğretmenler, testlerden fırsat bulup hala bu tür ödevler veriyor mu, bilmiyorum…

Ancak, güzel yazı yazmayı ve derdimizi doğru bir şekilde dile getirmeyi böyle öğrendik biz…

Şimdi söz gelimi; “üzüm üzüme baka baka kararır” cümlesi üzerinden bir şeyler karalayalım…

Atalarımız doğada gözlemledikleri durum ve olaylar üzerinden asırlar boyunca birçok önemli bilgiye ulaşmışlardır…

Bitkiler ve hayvanlar dahil, tüm canlıların tekrarlanan hayat yolculuğu sürecinde gözlem ve izlem sonucu edinilen bulgulardan tıp, biyoloji, felsefe, dil ve sosyoloji gibi bilimler ortaya çıkmıştır…

Doğayı oluşturan diğer olay ve unsurların incelenmesi sonucunda da astronomi, fizik, kimya ve matematik gibi pozitif bilimler gelişmiştir.

İnsan; kendisinin hem ruhen hem de bedenen gelişimini bu bilimler sayesinde mümkün kılabilmiştir…

Yaşadığı tecrübelerden ve yaptığı gözlemlerden ders almasaydı; insanoğlu bu günkü modern toplumu kurabilir miydi?…

Üzüm üzüme baka baka kararır” sözü, bu manada tüm canlıların fıtratını özetlemekte; onların ancak hemcinsleriyle birlikte, bir arada kalarak olgunlaşabileceklerini anlatmaktadır…

Yani diyor ki; her canlı öncelikle kendi türünü yaşatmak zorunda…

Kendi ekolojik dengesini kurmak, kendi fiziksel çevresini türünün devamlılığını sağlayacak şekilde sistemleştirmek mecburiyetinde…

Bitki ve hayvan ekolojisiyle insan ekolojisi bu anlamda çatışabilir…  Farklı türler bu anlamda karşı karşıya gelip; bir birleriyle mücadele etmek durumunda kalabilir…

Bu doğal seleksiyona izin verilmediği takdirde en nihayetinde türlerden biri için soykırım gerçekleşebilir…

Hiçbir hayvanı öldürmeyelim, hiçbir canlıya kıymayalım” şeklindeki yaklaşım doğanın kabul edebileceği bir yaklaşım değildir…

Böylesine temel bir tabiat kanununu reddeden kişiye nasıl “doğasever  diyebiliriz ki?

Bu atasözüne göre, üzüm taneleri gibi birbirimize bakmak ve varlığımızı tehdit eden tehlikeler karşısında birbirimize sımsıkı sarılmak mecburiyeti doğal bir mecburiyettir!...

Sebeplerini bilmiyorsan, seçimlerimi yargılama demiş adam…

Tercihlerimizi yargılayabilmeniz için gerekçelerimizi de bilmeniz lazım…

Şuna karşıyız, buna karşıyız” demekle olmuyor… Ortada bir problem varsa bunu hiçbir yetkili görmezden gelemez…  Sorumluluktan da kaçamaz…

Eleştiriler çözüm önerisiyle birlikte yapılmalıdır…

Başıboş köpek sorununa “ekolojik proses” gözüyle yaklaşılması gerek…

İnsan türü öncelikle kendi varlığını korumayı düşünmeli…

Ülkemizde sayıları beş milyonu bulan başıboş köpeklerle aynı mekanlarda, kuduz ve saldırı tehdidi altında yaşayamayız!...

Elbette alacağımız tedbirlerin bir sınırı olmalı…

Onlardan gelecek tehlikelere karşı alacağımız kararlar,  kendimizi koruma ölçüsünün dışına taşmamalı…

Üzüm eğer olgunlaşmak istiyorsa; elmaya veya armuda değil, önce üzüme bakmalı!...

Laf nerelere geldi gördünüz mü?

Kompozisyondan, üzümden girdik; sokaklarda sahipsiz dolaşan köpek sorunundan çıktık…

Bazen böyle olur; her derdi her kelime ile anlatamazsınız…

Ya da sözcükler yeterli gelmez hiç anlatamazsınız…

Bazı meselelerde sadece dil konuşmalı… Bazılarında göz, bazılarında ise gönül…

Ancak, bu mesele gönül dilinin konuşacağı bir mesele değil…

Çünkü sorunun çözümünde gönül dilinin telaffuz edemeyeceği kelimeler oldukça fazla!...

Mesela, bencillik gibi…

Mesela, ölüm gibi, uyutma gibi…

Anlatanın dili göz, anlayanın dili gönül olunca;

Anlatmak mı zor, anlamak mı hakikaten bilemedim!...

Edebiyat öğretmenlerim, Bahtiyar Akar, Kenan Özkaya ve Ahmet Tevfik Korkmaz’a en derin sevgi ve teessürlerimle…