Son zamanlarda, teröre destek verdiği gerekçesiyle, tutuklu bulunan Papaz Brunson üzerinden tırmanan Türkiye ve ABD arasındaki kriz üzerine yoğunlaşmış durumdayız. Bu krizi Türkiye-ABD ilişkileri üzerinden okumaya yönelik yaygın bir eğilim var. Tartışmalar çoğunlukla bu perspektiften yürütülüyor.
Krizi, Türkiye-ABD arasındaki ilişkiler perspektifinden okumak için kuşkusuz haklı nedenler var. ABD tarafından krizin bu noktaya gelişi, Rusya’dan S-400 füzelerinin alınması, ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapma kararına karşı Türkiye’nin küresel vicdanın sesi olması ve son olarak Papaz Brunson olayı ile ilişkilendirilse de Türkiye tarafından mesele bu şekilde görülmüyor. Türkiye açısından mesele, ABD’nin, Türkiye’nin bir terör örgütü olarak gördüğü PKK/YPG üzerinden bir terör devleti oluşturma çabası, Türkiye’nin 11 Eylül’ü olarak görülen 15 Temmuz’un sorumlusu FETÖ’nün ABD’de lüks malikanesinde ikamet ediyor oluşu, Türkiye’nin verdiği bütün belgelere rağmen kendisine hiçbir şey yapılmıyor olmasıdır. ABD’nin tutumunun Türkiye kamuoyunda nasıl algılandığının daha iyi görülebilmesi için şu örnek verilebilir: Usame Bin Ladin’in bir ülkede ağırlanması ve O ülkenin El Kaide terör örgüt aracılığı ile ABD’nin Meksika sınırında bir terör bölgesi oluşturma çabası Amerikan toplumunda nasıl algılanacaksa, ABD’nin tutumu Türkiye kamuoyunda aynı tepki ile karşılanmaktadır.
Anlaşılabilir nedenlere rağmen krizi Türkiye-ABD arasındaki ilişkiler bağlamında değerlendirmek eksik bir değerlendirmedir. Çünkü ABD sadece Türkiye ile kriz yaşamıyor. ABD, çok daha büyük krizleri Çin, Rusya, AB, özellikle Almanya ile de yaşamaktadır. Hatta ABD tarihinde örneğine fazla rastlanmayacak şekilde, Meksika ve Kanada ile de krizler yaşamaktadır. Kuzey Kore ve İran ile yaşanan kronik krizlere değinmeyeceğim bile.
Bu nedenle Türkiye-ABD arsındaki krizi sadece iki ülke arasındaki ilişkiler açısından değerlendirmek doğru değildir.
Bu krizleri esasen sadece Trump yönetimi üzerinden okumak da doğru görünmemektedir. Kuşkusuz Trump yönetiminden kaynaklanan boyutları da bulunmaktadır. Bununla birlikte ABD yönetiminin neredeyse tüm dünya ile yaşadığı krizlerin nedenini çok daha derinlerde aramak gerekir. Bunların başlıcaları şu şekilde sıralanabilir.
ABD’nin küresel düzeyde yaşadığı, belki de yarattığı krizlerin en önemli nedenlerinden biri, belki de en önemlisi, bu ülkenin küreselleşmeden yeterince kazançlı çıkamamasıdır. Küresel rekabette ABD ve firmalarının geri kalmasıdır. Küresel rekabette en fazla kazançlı çıkan ülkeler ABD ve AB değil, Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerdir. Bu süreçte ABD ekonomisi birkaç kez krize girerken, bu ülkeler milli gelirini birkaç kat artırdılar. Bu dönemde Amerikan hegemonyasının bitmekte olduğu yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.
Özellikle ABD’nin küresel rekabetten, açıklıktan, serbest piyasa ekonomisinden yeterince kazanamadığı ortada iken ve ABD’nin hırçınlığının çok önemli bir nedeni bu iken, bazı aydınlarımız ve yöneticilerimiz küreselleşmeye dair artık ezberlerini bozmalıdırlar. Küreselleşme süreçlerinin gelişmiş ülkelere daha fazla katkı sağladığı, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yaptığı şeklinde aydın konformizmi üzerinde bir kez daha düşünmelidirler.
Trump yönetimi, ülkesi küreselleşmeden yeterince kazançlı çıkamadığı için serbest piyasa ekonomisinin hilafına, küreselleşme öncesi politikalara yönelmektedir. Artan vergiler, yükselen gümrükler, yurt dışına kaçan sermayeyi ve firmaları geri çağırmalar bu politikanın uzantılarıdır. Bu politikalar dünya ticaretini daraltırken, diğer ülkeler ile birlikte ABD’ye de zarar verecek adımlardır. En fazla da son tüketici zarar görecektir. Çükü artan vergi ve gümrüklerle ürün fiyatları yükselecektir.
İkinci nedenin, geçen hafta yazdığımız şekilde, ABD yönetiminde dini grupların, cemaatlerin, tarikatların gittikçe artan etkisi olduğu ifade edilebilir. Kudüs ve Rahip Brunson kararında olduğu gibi ABD yönetiminin irrasyonel bazı kararlarını başka türlü açıklayabilmenin rasyonalitesi bulunmamaktadır. Başkan yardımcısı Mike Person’ın ve önceki başkanlardan oğul Bush’un koyu bir Evangelist olduğunu tekrar hatırlayalım.
Bir başka neden olarak ABD’nin içine girdiği yönetim krizi zikredilebilir. Pek çok olayda Pentagon, Beyaz Saray ve Amerikan Hariciyesi farklı düşünebilmekte ve davranabilmektedir. ABD yönetimini de aşacak şekilde Amerikan toplumundaki farklı koalisyonların tepkileri ve beklentileri Beyaz Sarayı oldukça zorlayabilmektedir. Trump yönetimindeki hırçınlığın önemli bir nedeninin, bu koalisyonlar bağlamında dile getirilen Trump’ın başkanlıktan düşürülme süreci olduğu belirtilmektedir.
ABD ile Türkiye arasındaki kriz, iki ülke ilişkilerinin çok daha ötesinde ise ne yapmak gerekiyor?
Kuşkusuz meselenin Türkiye’ye, ABD’ye ve diğer ülkelere dair ve tüm insanlığı ilgilendiren boyutları bulunmaktadır.
ABD’nin uyguladığı politikalar açısından bakıldığında tekrar kapalı ekonomilere dönmek, gümrük duvarlarını yükseltmek, serbest piyasa ekonomisini daraltacaktır. Bu daraltma bütün ülkelere ve bireylere zarar verecektir. ABD’nin özellikle Çin’in yükselişine karşı geliştirdiği bu politikalar kısmen anlaşılabilir. Bununla birlikte, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası vb uluslararası kuruluşlar ve serbest ticareti, dolaşımı savunanlar, herkese zarar verecek bu politikalara karşı ortak tavır geliştirmelidirler. ABD’nin oyunu kurallarına göre oynamaması bütün ülkeler için bir tehdittir.
2. Dünya savaşında, Nazizm ve Faşizm gibi aşırı ideolojik akımların ve bugün Ortadoğu’da aşırı dinci akımların ülkelerini ve dünyayı nereye sürüklediği ortadadır. Benzer şekilde Amerikan yönetiminin, Siyonist Hıristiyanlık olarak da görülen Evangelizm gibi aşırı dinci akımların yoğun etkisine girmesi insanlığa hayır getirmeyecektir. Amerikalı özgürlükçü, çoğulcu ve liberal kesimler herhalde tehlikenin farkındadırlar. Bu kesimlerin, rasyonaliteye, özgürlüğe ve çoğulculuğa dair mücadeleleri, insanlık için son derece değerlidir.
Ülkeler dönem dönem toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel krizlere girebilirler. Bu durumlarda ülkeleri bu tür krizlerden çıkaracak vizyoner liderlere ihtiyaç vardır. Trump yönetimi bu konuda fazla bir umut vermiyor. Daha da üzücü olan umut vermeme konusunda Trump yönetiminin yalnız olmaması. Pek çok Avrupa ülkesi de geleceğe dair umut vermeyen vizyonsuz liderler tarafından yönetiliyor.
Umudumuzu kaybetmeyelim, ama dünya, küresel siyaset maalesef aydınlık günler vadetmiyor.