Yedinci yılında Suriye’deki savaş bütün acımasızlığıyla devam ediyor. Astana sürecinde çatışmasızlık bölgesi ilan edilen dört bölgeden sonuncusu İdlib’e yönelik Suriye Rejiminin ve Rusya’nın saldırıları tüm dünyanın gündeminde. Tüm dünya, soğukkanlılıkla, bu saldırılar sonrasında kaç milyon insanın yurdunu terk edeceğini, kimyasal silah kullanılıp kullanılmayacağını tartışıyor. Sanki bir dizi filmin yeni senaryolarını konuşuyor gibi, kaygısız, vicdansız ve umarsızca. Yürekler taş bağladı sanki.
Astana sürecinin tarafları Türkiye, İran ve Rusya geçen hafta Tahran’da bir araya geldi. İdlib ve genel olarak Suriye’nin geleceği konuşuldu. Tahran zirvesi, Batının uzaktan gazel okuduğu, uluslararası toplumun ve kuruluşların sustuğu bir dünyada, Türkiye'nin, Suriyelilerin katledilmemesi için nasıl tek başına kaldığının ve tek başına dürüstçe mücadele ettiğinin somut kanıtı oldu. Türkiye ve Rusya’nın bilgisi dışında, İran tarafından görüşmelerin canlı yayınlanması, bu çıplak gerçeği tüm dünyanın bir kez daha duymasına vesile oldu. Açık unutulan mikrofon gibi. Maalesef görüşmelerde diğer liderlerden Suriyelilerin insani dramlarına dair pek bir kaygı cümlesi duymadık. Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç kez ateşkesin gerekliliğini dile getirdi. Türkiye’nin çoğunluğu Suriyeli 4.5 milyon mülteciye ev sahipliği yaptığını söyledi. Oysa Türkiye de pek çok ülke gibi sınırlarını mültecilere, yüreğini insanlığa kapatabilirdi. Birkaç bin mülteci görünce AB değerlerini, insan haklarını, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” mottosunu hiçe sayan, göçmen nefreti üzerinden iktidar üreten bazı AB ülkeleri gibi davranabilirdi. Aslında davranamazdı. Türkiye’yi farklı kılan zaten tarihi, vicdani, insani sorumluluk duygusu nedeniyle bu ülkeler gibi yapmaması, yapamamasıdır.
Savaşın 7. yılında tarafların pozisyonunda maalesef fazla bir değişiklik yok. Rusya, Suriye’deki üsleri aracılığıyla Akdeniz’de daha etkin olmak ve Kırım, Gürcistan, Ukrayna’da değil, Batı ile daha uzak bir coğrafyada karşılaşmak amacıyla Rejimin yanında yer almaya devam ediyor.
İran bölgesel yayılmacılık politikasını Suriye’de de sürdürüyor. Dini lider Ali Hamaney'e yakınlığıyla bilinen, Tahran milletvekili Ali Rıza Zakai’nin, 'Üç Arap ülkesi bugün İran'ın elinde ve İslam devrimine bağlı. Sana, İran devrimine katılma yolundaki dördüncü Arap başkenti oldu' ifadeleri İran’ın bölgesel yayılmacılığını ortaya koyuyor. Lübnan, Irak, Yemen, Suriye başkentleri, Zakai’nin iddia ettiği gibi ne kadar “İran’ın elinde” bilemiyorum. Ama bu ülkelerdeki gelişmeler, bölge insanlarının akan kandan, yaşananlardan İran’ı sorumlu tuttuklarını ortaya koyuyor. Irak’ın 2. büyük kenti ve en önemli liman kenti Basra’da çoğunluğu Şii olan halkın, İran’a karşı sokağa dökülmesi, İran Başkonsolosluğunu ateşe vermesi, İran yayılmacılığının girdiği ülkelerde bıraktığı izler açısından ibret verici. Keza dünyanın öbür ucuna bile giderken, İran’a neredeyse bir tek mültecinin bile gitmemesi, Suriyelilerin İran’ın mezhepçi yorumuna, komşuluğuna ve insani değerlerine dair hiçbir umut taşımadıklarını göstermez mi?
Suriye savaşının perde arkasındaki en kilit ve temel ülke herhalde İsrail’dir. İsrail, bölgedeki rakiplerinin hep birlikte güç kaybetmesi için savaşın olabildiğince sürmesine yönelik, başından beri, sessiz ve derinden bir politika izliyor. Bu politika İsrail’in sınırlarını, Siyonist Yahudilerin arzı mevud ideali çerçevesinde, Türkiye’nin Güney Doğusunu da içeren “vadedilmiş topraklar”a kadar genişletmesini öngören “Büyük İsrail” stratejisi ile örtüşüyor. Belki de baştan beri bu doğrultuda politikalar geliştiriliyor.
ABD’nin Suriye politikası ise İsrail’den bağımsız değil. ABD, DAEŞ tehdidinin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen PKK-PYD terör örgütüne her türlü silahlarla, olağanüstü destek vermeye devam ediyor. Bu desteğin görünürde İran’ın çevrelenmesi için yapıldığı ifade ediliyor. Türkiye’yi de bölme amacında olan, Türkiye sınırını boydan boya kapatacak PKK-PYD terör devleti için sağlanan olağanüstü destek sadece İran’ın çevrelenmesi ile izah edilebilir mi? Yoksa bu terör koridoru, İsrail’in uzun vadeli amaçlarına ulaşabilmesi için açılan bir yol mudur?
Ve AB aşırı sağın gittikçe etkinliğini artırdığı ve ülkeleri esir aldığı bir durumda tek derdi üç beş Suriyeli mültecinin ülkesine gelmemesi olan AB’nin ve AB ülkelerinin Suriye için bir politikasından bahsedilebilir mi?
ABD’nin sadece İsrail endeksli politikalardan vazgeçmediği, AB uygulanmayan, karşılığı olmayan, boş vaatler ötesine geçip somut adımlar atmadığı sürece, Rus ve Acem destekli, Suriye’de Rejimin saldırılarını durdurmasını beklemek beyhudedir. AB ve ABD, Suriyeliler kendi ülkesinde öldüğü ya da Türkiye’de kaldığı sürece adeta sorun görmemektedir.
Suriye’de tüm dünyanın gözü önünde etnik temizlik yapılıyor. Ülkenin nüfus yapısı değiştiriliyor. Rejim ve destekçileri, bazen Batılı ülkeler, ele geçirmek istedikleri şehirlerin terörist yuvası olduğunu söylüyor ve buraları bombalıyor. Bunların sonucunda milyonlarca insan ülkesini terk etmek zorunda kalıyor. Milyonlarca insanın terörist olduğu düşünülebilir mi? Burada amaç etnik temizlik yapmak, şehirlerin demografik yapısını değiştirmek değilse nedir? Amaç terör örgütleri ile mücadele etmek ise bunun tek yolu, teröristleri ve masumları ayırt etmeksizin bütün şehirleri yaşayanları ile birlikte yok etmek midir?
Maliyetini savaşanların değil, Türkiye gibi insanlık adına kaygı taşıyanların ödediği Suriye’deki kirli savaş bitmeli. Bitmeli ki, yaraları sarmak için uzun yıllar sürecek adımlar atılmaya başlanabilsin. Bu savaşta bombalarla diri diri yakılan bebeklerin suçu ne? Yüreklerimiz, bombalar altında kalmamak için ülkesinden kaçarken denizlerde boğulan daha ne kadar Aylan bebeklerin dramını kaldırabilir?
İnsanlık tarihinden nice zalimler gelip geçmiştir. İdi Amin, Stalin, Pol pot, Hitler, Mussoluni, korkunç İvan, Robespierre, Kont Drakula (kazıklı Voyvoda), Haçlılar, Haccac-ı Zalim bunların önde gelenleridir. Ama tarihte hiçbir zulüm kalıcı olmamış, er ya da geç zulümleri zalimlerin başına yıkılmış, kısa dönemde olmasa bile uzun dönemde daima mazlumlar kazanmıştır. Bu gün bu zalimler herkes tarafından biliniyor ve lanetleniyorsa, uzun dönemde insanlığın galip gelmesindendir.
Eşkıya dünyaya hükümran olmaz.