Cezaevlerindeki ülkücü mahkumların 3. yargı paketine konulan özel düzenlemeyle tahliye olmaları, yazılı ve görsel medyada 12 Eylül öncesi yaşananları yeniden gündeme taşıdı. Yazılanlara baktığımda devrimcilerin kısır bir döngüden çıkamadıklarını gördüm. Halbuki 12 Eylül 1980’den bu güne 32 yıl geçmişti. Bu kadar uzun bir zaman dilimi herkese durma, düşünme, ders alma bakımından çok önemli imkanlar sunmuştu. Ne gezer?.. “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” ... Eski tüfek sosyalistler hala bağnazlığın son ucunda kılıç sallıyordu.
Neden değişemediler?.. Bunu Eric Hoffer’in yardımı ile anlamaya çalışalım:
“Kesin inançlılar kendi siyasi, dini, felsefi inancının mutlak gerçek olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inanır. Hiç şüphesi, hatta merakı bile yoktur. Bu yüzden, okumuşlarında bile cehalet havası sezilir. Aynı sebeplerle, ” ödünsüz “dür: ” Revizyonizm, değişim, yumuşama, uzlaşma “ gibi kavramlara düşmandır. Hatta ılımlılık tehlikelidir, ihanettir.”
Yumuşama ve uzlaşma kavramlarına düşman olan Türk devrimcileri Sovyetlerin çöküşünden sonra Kürtçülükten Türkçülüğe, Anaplılıktan Akepeciliğe, tarikatçılıktan ayyaşlığa kadar, yere düşmüş buzlu cam gibi darmadağın oldular.
Türk devrimcileri Türkiye’de kızıl devrim beklerken; Çavuşesku’nun Romanya’da kurşuna dizilişini, Erich Honecker’in Doğu Almanya’dan kaçışını, Berlin Duvarı’nın yıkılışını, Gorbaçov’ın “Sosyalizm iflas etti” sözlerini televizyon ekranlarında duymak, görmek zor şeydi bre!..
Türk devrimcileri hayatlarına anlam kazandıran her şeylerini bir anda kaybetmişti. Bir baba düşünün, kendisi dışında bütün aile fertlerini, hatta annesini, babasını, amcalarını, dayılarını, bütün akrabalarını, bütün arkadaşlarını bir günde kaybediyor ve hayatta yapayalnız kalıyor... Bundan bile daha ağır bir felaketti onların yaşadıkları.
Doksanlı yıllardaki Türk devrimcilerinin yerine bazan kendimi koyuyorum; hayat ne kadar anlamsız, dünya ne kadar iğrenç, kader ne kadar acımasızdı onlar için. Ha geldi gelecek hevesiyle kutlanan 1 Mayıslar, “akan kanlarımız güneşimiz olacaktır” sloganları ile kutsanan ölümler, “karşı devrimciye uygulanan şiddet, şiddet değildir” cinneti ile işlenen cinayetler, zindanlarda çürüyen ömürler, devrim uğruna yıkılan yuvalar... Ve birden ömürlerini adadıkları idealin ellerinde bir balon gibi patlayışı, yüzlerinde ağlamaksı ifadeler... Allah hiçbir kulunun başına böyle bir felaket vermesin.
Kendilerini hayata bağlayan bütün ideallerini kaybeden Türk devrimcileri bir şeyi yaşatma ve diri tutmanın üstesinden geldiler: “Ülkücü düşmanlığı” . Bunun da özel bir nedeni olmalıydı? Yine Eric Hoffer’den öğrenelim:
“Bireyin yalnız kendi başına kitle hareketine katılması bir anlam ifade etmez. Bunun yanı sıra diğerleriyle birleşmesi gereklidir ve onları bir araya getiren nedenlerin başında nefret gelir. Ortak nefret ve ortak düşman birleştiricidir ve ortak düşman tektir, onlardan değildir, tüm başarısızlıkların sebebidir. ”
Türk devrimcilerinin ortak düşmanı Ülkücüler de onları birbirine bağlıyor, tüm başarısızlıklarının nedeni olarak ruhlarını ferahlatıyordu. Mazilerinden süzülüp gelen Ülkücü düşmanlığı “karşı devrimciye uygulanan şiddet, şiddet değildir” gerekçesi ile 3000 ülkücü cana kıymaları bu düşmanlığı kökleştirmişti. Ülkücülerin de eli armut toplamıyordu herhalde? Onlar da devrimcilerin canına kıyarak bu düşmanlığı pekiştirdiler.
12 Eylül İhtilalinin üzerinden 32 yıl geçmiş. Türk devrimcilerinin bir yarısı köhnemiş feodal yapılarını hala kıramıyorlar. Bu yapıyı kırabilen aydınlık beyinlerde gözlenen ilk eylem: Millileşme. Yani eski Marksist Cemil Meriç’in geldiği nokta:
“Gerçeği görmek, hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken aydınlar Türkleşmeli.”
Türkleşen Türk Solu yalnız irfanımızın değil, ülkenin de kazancı olacaktır.
(YeniÇağ gazetesinden alınmıştır)