Ilık bi bahar akşamı.

Ankara’daki ABD Elçiliği’nin bahçesindeki koltuklarda seçkin misafirler oturuyor, Celal Bayar, Adnan Menderes, bakanlar, ellerinde kadehler, ışıklar kapatılmış, film seyrediyorlar.

*

Başrolde...
Cumhurbaşkanımız.

*

Eisenhower çağırmış, Celal Bayar da, İngiltere’den yola çıkan Mauritania gemisine binerek, anca dört günde ABD’ye varmıştı. Ike lakabıyla tanınan general başkan, Beyaz Saray’da yemek yedirmiş, “Türk milletinin istikbalini alakayla takip etmemiz gerekiyor” demiş, sonra da, “benim işim var, sen biraz dolaş” diyerek, altına özel uçağını vermiş, New York, San Francisco, Chicago, Los Angeles, Las Vegas, bir ay... 24 eyaleti gezdirmişti. Yüce Türk basını “Reisicumhurumuz el üstünde tutuldu, baştacı yapıldı” diye yazmış, reisicumhurumuz İstanbul ve Ankara’da davul zurnalarla karşılanmıştı. ABD’nin o zamanki Ankara Elçisi Avra Warren, bu seyahati siyah-beyaz kaydetmiş, bahçeye sinema perdesi kurmuş, alayını toplamış, ışıkları kapatmıştı.

*

“The film” böyle başladı.

*

Çok sürükleyiciydi. NATO’ya girmiştik. İadei ziyaret itibariyle, coniler de bize girmişti.

*

Türk milletinin istikbalini kalkındırmaya, inşa etmeye, İzmir’den başladılar. TOKİ apartmanı yapar gibi, betonarme, iskeleler diktiler. Ahali merak etti. Bunlar ne? “Salça fabrikası kurucaz, domates kurutucaz” dediler. Ahali sevindi. 18 metre boyunda, boru gibi bi şeyler getirip, iskelelere oturttular. Ahali gene merak etti. Bunlar ne?

“Minare” dediler!

*

Evet, minare dediler. Ahali gene sevindi. Gel gör ki, bekle bekle, ezan okunmuyor, kapıda kurt köpekli nöbetçiler var. “E hani minareydi?” deyince... “Bunlar İbrahim” cevabını aldılar! IRBM yazıyordu kısaca, intermediate range ballistic missile, orta menzilli balistik füze... Üstüne Türk bayrağı yapıştırdılar, IRBM canım, Ege şivesiyle irbaam, bildiğin İbrahim yani diye kakaladılar.

*

Ahaliye “minare” derken... Asker-sivil iki bin vatandaşımızı NASA’nın Cape Canaveral uzay üssüne götürüp, eğittiler, İbrahim’le deneme atışı yaptırdılar. Bizimkiler gayet güzel fırlattı. “Aferin” dediler. Bizimkiler sevindi. Minare’yi döşeyen, kılıfına uydurmuştu halbuki... “Sizdeki İbrahim’lerin komutasını size vericez ama, fırlatma butonu bizde durcak” dediler.

*

Azzz sonra... Bizimkiler minare’lere iyi bakıyor mu bakmıyor diye, ABD senato heyeti geldi bakmaya... Ahali sevindi. Çünkü, yalaka basınımız “ticari yardım için geldiler, zengin olucaz” diye yazmıştı. Amerikalılar bi baktı ki, rezalet... Bizim ahalinin trafik levhası, çöp bidonu, elektrik direklerindeki fincan gibi hedeflere ateş etme alışkanlığı olduğunu unutmuşlardı. Hıyarın biri, Hiroşima’ya atılanın 100 katı tahrip gücüne sahip İbrahim’e mermi sıkmıştı iyi mi!
Motora isabet etmiş, güç bataryası patlamış, kontrol paneli devre dışı kalmıştı. Tel örgülerin çapını genişlettiler, Amerikalı askerleri geri çekip, Türk askerlerini nöbete diktiler. Ahali baktı ki, minare’leri Mehmetçik koruyor, gene sevindi, müsterih oldu.

*

“Minareler süngü, kubbeler miğfer” kapsamında, minare’leri anladık da...

Miğfer nerde?

*

Kürecik’teydi... Kubbe şeklinde!

*

Aslında, bırak ahaliyi, yüce basınımızın bile haberi yoktu. Deniz Gezmiş’in yol arkadaşı Sinan Cemgil, Nurhak dağlarına tırmanıp, kubbe’yi basmaya kalkınca, yüce basınımızın haberi oldu. İzmir’e minare diken arkadaşlar, Malatya’ya da kubbe oturtmuştu. Sıkı sıkıya tembihlemişler... “Öküz”ün trene baktığı gibi değil, gözümüz gibi bakmamız için bize emanet etmişlerdi. O yüzden... “İnekli” köyünün muhtarı ihbar etti. Kubbe’yi basmaya gidenler çembere alındı. “Etmeyin, biz bu yurdun çocuklarıyız” dediler, candarmaya... Nafile. Katledildiler. Kubbe kurtulmuştu. Şükürler olsun. Ahali sevindi.

*

Gavur İzmir’i dindar gençlik haline getirmek için, İzmir’e minare dikmeleri normal de... Küçücük fıçıcık içi dolu Kürecik’e kubbe oturtmanın âlemi neydi birader? Sanki memlekette yer kalmamış gibi, Kürecik’e sıkışacaklarına, şöööle ferah ferah Küre Dağları’na oturtsalar daha iyi diil miydi?

*

Diildi.
Sayın ahalimiz bugün bile hâlâ haritadaki yerini gösteremez ama... “Türk istikbalini alakayla takip eden” arkadaşlara göre, ideal noktaydı. Görüş alanı eşsizdi. O gün kondurup, bugün modernize ettikleri kubbe, 2 bin 300 kilometrelik hassas menzile sahip, 5 bin kilometreye kadar yolu var. Kubbe’deki AN/TPY radar, ki, ahalimiz isterse “Ankara/tipi” radar olarak okuyabilir... Son testte, 4 bin küsur kilometre uzakta havaya fırlatılan tenis topunu takip edebildi. Elbette uzaydan da görebiliyorlar ama, füzenin rotasını buradan takip etmek, çok daha güvenli... 5 saniye kazandırıyor.O saniyeler, muhtemel savaşta her şey demek.

*

Ve...
Gene ılık bi bahar akşamı.

*

Tıpkı “İbrahim” gibi... “Hüseyin” diye Müslüman zannettiğimiz Obama, Chicago’ya çağırdığı Cumhurbaşkanımıza “sizdeki kubbe’nin komutasını size vericez ama, butonu bizde durcak” dedi. Daha önce “masaya yumruğumuzu vurduk, buton bizim elimizde” diyen yüce Türk basını “yaşasın, her istediğimizi kabul ettirdik, buton bizde değil” diye yazdı. Ahali sevindi.

*

Başroldeki Cumhurbaşkanımız, The Film’in heyecanlı sahnelerini çekmek... Epıl, gugıl, tivitır ve feysbuk dekorlarında gezmek üzere, San Francisco’ya geçti. Dönüşte, davul zurnayla karşılanması ve ABD Elçisi Francis’in bahçesine kurulacak sinema perdesinde vizyona girmesi bekleniyor.

To be continued...

(Hürriyet)