SURİYE kriziyle birlikte, yine her şeyi birbirine karıştırdığımız, arasında nedensellik bağı olmayan verileri aynı anda kullandığımız için paniklemeye başladığımız bir sürece girdik. Suriye denklemi, yarı doğrulara sarılarak yorum yapmanın ne kadar büyük yanlışlara yol açabileceğini ortaya koyuyor. Her şeyden önce paniğe değil akla ihtiyacımız var. Çünkü Suriye’de bir süreden beri şiddetlenen kaotik ortam, artık tam bir türbülansa girmiş durumda. Ve bu türbülansta en büyük hata, panik yaparak yanlış bilgilerle hareket etmek olacaktır. Oysa, bilgi ve vizyon ile hareket edebilirsek belki de Suriye’de karşılaştığımız bazı sorunlara makul yanıtlar bulabiliriz. Suriye’de kanlı bir süreç yaşanıyor ve bunu iç savaş olarak tanımlamak mümkün. Böylesi bir kaos ortamında, Suriye’deki diğer tüm kesimlerle birlikte ülkenin kuzeyinde üç ayrı bölgede bulunan yaklaşık 2 milyon Kürt, modern Suriye tarihi boyunca hiçbir hak elde edemedikleri ve adeta yok sayıldıkları için kendileri açısından haklı bazı taleplerini Esad sonrası dönemde gündeme taşımak istiyor.
Peki, paniğe sebep olan kötü senaryo nedir? Kötü senaryo, PYD’nin etkin bir aktör haline gelerek PKK terörünü azdırması ve Türkiye açısından güvenlik riski oluşturmasıdır. Suriyeli muhaliflere verdiği destekle bilinen Kamışlı’daki Bedro aşiretinin lideri Abdullah Bedro, “Planlı bir şekilde buraya gelen birileri, ellerine silah alıp buranın sahibi olduğunu iddia etti” diyerek bu noktada Suriye rejiminin örgüte verdiği desteğin altını çiziyor. Buradan hareketle, Suriye’de bağımsız bir Kürt devletinin neredeyse kurulduğu ve Suriye’deki tüm Kürtlerin Türkiye karşıtı haline geleceği iddiaları her yeri kaplamış durumda. Suriye’de geleceğin ne göstereceği belli değil. Bırakınız Suriye Kürtlerinin bağımsızlık talebini, PKK ile yakın ilişkide olduğu söylenen PYD dahi bağımsız bir Kürt devleti isteğini dillendirmiyor.
Suriye’deki süreçte iradesini halkın yanında koyan Türkiye’nin, Suriye Kürtleri söz konusu olduğunda insan hakları, demokrasi ve adil bölüşüm açısından iyileştirme istemesi son derece tabii. Yani Suriye Kürtlerinin kazanımı Türkiye’nin kaybı değildir. Burada söz konusu olan teröre verilecek desteğin sınırlandırılması ve Türkiye’nin buna karşı çıkmasıdır.
BARZANİ FAKTÖRÜ
Bu denklemde Barzani faktörünü de yerli yerine koymak gerekiyor. Barzani, “Kürtlerin lideri olmak istiyor”, “Akdeniz’e açılmak istiyor” ya da “Büyük Kürdistan hayal ediyor” olabilir. Fakat bütün bunların birinci koşulu, Barzani’nin halihazırda kendi yönetimindeki halkını mutlu, müreffeh ve güven içinde yönetebilmesidir. Bunun için de bölgesel aktörlerden en az biriyle yakın işbirliği içinde bulunması lazım. Bağdat yönetimiyle köprüleri atan, dolayısıyla onun hamisi İran’la da arasına mesafe koyan Barzani’nin ticari ve ekonomik ilişkilerinin yüzde 77’sini gerçekleştirdiği aktörün Türkiye olduğu dikkate alındığında, bu hevesleri ve emelleri ile elindeki imkânlar ve ittifak ilişkileri arasında rasyonel bir bağlantı kurması zorunludur. Dolayısıyla, “Türkiye için Barzani’den çok Barzani için Türkiye bir umuttur” demek daha gerçekçi bir tespit olacaktır. Sonuç olarak, Suriye politikalarında Türkiye’nin duvara çarptığı tezi ne kadar kestirme bir yaklaşım ise Kürt sorununu Suriye türbülansına bağlayarak anlamaya çalışmak da o denli bağlam dışıdır. Sevr sendromu ve “Kürt öcüsü” korkutmasına kapılmadan sürecin nasıl yönetilebileceğine ilişkin mevzuları gelecek yazıda tartışmaya devam edeceğiz.
(Haber Türk gazetesinden alınmıştır)