BALYOZ Davası'nın sonucu, haklı olarak Türkiye gündeminin merkezine oturdu. Haklı olarak diyorum; çünkü bu yargılamalar, her açıdan tarihi ve ezber bozucu bir niteliğe sahip. Zira Balyoz Davası'nda, bir devlet memurunu yargılamanın bile olağandışı olduğu bu memlekette, oramiraller dahil muvazzaf askerler ağır cezalara çarptırıldı.
Balyoz Davası en başından beri, iki görüş arasına sıkıştırılmaya çalışıldı. Bir yanda bu davaları "siyasi/uyduruk" olarak niteleyenler, diğer tarafta ise yargılamaları koşulsuz "demokrasi mücadelesi" olarak görenler. Bence konuya ilişkin tartışmalarda olan biteni yerli yerine koyabilmek için üçüncü bir yol açmamız gerekiyor.
Hâkim, savcı ya da avukat rolüne soyunmadan şu sorunun cevabını verebilmeliyiz: Balyoz Davası'nın yargıçları, dokunulmaz kabul edilenlere "dokunma gücünü" nasıl buldular? Nasıl oldu da bugüne kadar mebzul miktarda örneğine rastladığımız darbe ve darbe teşebbüslerinde yargılanmayanlar, bugün ağır cezalara çarptırılabildiler?
Defalarca şahit olduğumuz bir suçu rahatlıkla işleyenleri bırakınız mahkûm etmeyi, yargılamayı dahi göze alamayan hâkimlerin, Balyoz Davası'nda bir "çılgınlık" yaptığı kesin(!) Kesin ama bunu mümkün kılan nedir?
Kanaatimce, bu sorunun cevabı birbiriyle bağlantılı üç dinamikte gizli.
Dinamiklerin ilki ve muhtemelen en önemlisi, Türkiye'nin "Avrupa Birliği heyecanıdır". AB üyelik süreciyle birlikte Türk hukuk sisteminin ve siyasi kültürünün Avrupalılaşması, Türkiye'deki vesayet rejimi karşıtlarına ilham vermiş, maddi vasat sağlamıştır. Darbeye teşebbüs halinde Avrupa'dan gelebilecek olası bir itiraz -darbe günlüklerinde de yazdığı üzere- darbecilerin önünde bir engelken, aynı tutum yargıçların özgürlük alanlarını genişleten bağımsız karar verebilecekleri psikolojik bir atmosfer yaratmıştır. Türkiye'nin kendine has bir ülke olmadığı, askerin siyasete müdahalesinin dünyanın diğer ülkelerindeki kadar gayri meşru olduğu bilinci, Türkiye'nin AB süreciyle bir norma dönüşebilmiştir.
Balyoz yargılamasına imkân veren ikinci unsur, halkın darbecilerin yargılanması konusunda takındığı demokrasi yanlısı tutumdur. Kamuoyu yoklamalarında bu destek, istisnalar hariç yüzde 50'nin üzerinde seyretmiş ve halk, yargılamalara gölge düşürmeyi amaçlayan art niyetli teşebbüslere rağmen hukukuna sahip çıkmıştır. Sivil toplum dinamiğinin devreye girmesi; kentleşmenin yaygınlaşması, orta sınıfın sosyoekonomik nüfuzunun artması ve bunun yeni bir siyasi kültüre tahvili yoluyla olmuştur. Bu siyasi kültür pasif, etkisiz bir halden zamanla olayların gidişatına etki eden bir reflekse dönüşmüştür. Bu yeni kültür, en önemli sınavı diyebileceğimiz 12 Eylül 2010 referandumunda yüzde 58 "EVET" oyuyla; yargının eskiye oranla daha otonom, yargıçların ise hukuk dışı müdahaleler karşısında daha güçlü durmalarına katkıda bulunmuştur.
Son dinamik ise Türkiye'de görmeye alışık olmadığımız türden bir entelektüel ittifakın, bu yargılamaları desteklemesi ve hukuka uygun bir mecrada akması yönünde tavır koymasıdır. Muhafazakârından liberaline, sosyal demokratından İslamcısına kadar toplumun farklı kesimlerine mensup isimlerin ortak bir tutum sergilemesi, davanın sürdürüle-bilmesinde ve sonuçlandırılmasındaki üçüncü etken olmuştur.
Sonuç olarak, Balyoz Davası Türkiye'nin toplumsal değişimi, merkez-çevre ilişkisi, siyasi sistemi ve kültürü açısından tarihi niteliktedir. Bu süreci, yargılamaya ait maddi unsurları siyasallaştıra-rak karşılıklı bir propaganda savaşı haline getirmek gerçek resmi görmemizi engeller. Eğer bugün, yargıçların "çıldırmış" olduğunu düşünmüyorsak bu normalleşmenin gerekçesini, Türkiye'nin yapısal ve zihinsel dönüşümünde aramamız gerekiyor.
(Haber Türk gazetesinden alınmıştır)