SON haftalarda iyice çığırından çıkan terör saldırıları, Kürt meselesinin sağduyulu şekilde tartışılmasını sabote etmeye çalışıyor. Hatta örgütün bu konuda başarılı olduğu bile söylenebilir. Yazılarımı takip edenler, PKK’nın gerçekleştirdiği terör saldırılarının “müzakerecioperasyoncu dikotomisi”ne hapsedilemeyeceğini savunduğumu bilirler. Ancak malum karşıtlığa dayalı analizlerden yakayı kurtarmak pek mümkün görünmüyor. Terörle mücadelenin önemli bir kısmını, onu ortaya çıkaran temel nedenlerin teşkil ettiği doğrudur. Ancak zaman içerisinde örgütlerin ortaya çıkış amaçları ile geldikleri nokta arasında büyük kopuşlar gözlemlenir. Bugüne kadar varlığına son verilen terör örgütlerinin yüzde 87’si bu süreçten geçmiştir. PKK, Kürt sorununun bir yan ürünü olarak ortaya çıktı. Ancak zaman içerisinde örgüt, bu sorunun çözümünden bağımsız şekilde kendini yeniden üretti. Hatta örgütün, Kürt sorununun çözümünde inisiyatif alınan ve mesafe kat edilen her dönemde ipe un serdiği sayısız örnekle tasdik edildi. Yani Kürt sorununu çözmeye yönelik irade ve pratik ile PKK’nın eylemleri arasında bir ters orantı söz konusu. Bakınız, en hunhar eylemler tam da çözüme en çok yaklaştığımız dönemlere denk getirildi.

HATA NEREDE?
Terörle mücadelenin müzakere boyutu vardır ve doğrudur, ancak hiçbir müzakere süreci devleti esir alacak hatta devlet aklını yönlendirecek boyutta olamaz. PKK ile yapılan çeşitli seviyelerdeki görüşmelerle “örgütün beynine sızıldığı” iddiaları doğru olmuş olsa idi Reşadiye’den başlayıp bugüne kadar süren onlarca büyük eylemle karşılaşmazdık. Kısacası, örgüte sızmada başarılı olduğumuz iddiası, özellikle büyük eylemlerin akabinde aklımıza “Biri bizi kandırıyor” sözünü düşürmeli değil miydi? Terör örgütünün bugün geldiği aşama Kürt sorununun çözüm sürecinde yaşananlardan ziyade, kapsamlı güvenlik politikalarının doğru bir istihbarat ve stratejik akıl tarafından hayata geçirilememesinde aranmalıdır. Ne İngiltere’deki IRA ne de İspanya’daki ETA örnekleri inisiyatifin teröristlere bırakıldığı süreçler olmuştur. Türkiye örneğinde ise devletin örgütle yaptığı tüm görüşmelerin, Kürt sorununun çözümünden çok örgüte fayda sağladığı, propaganda amacı güderek ikili görüşmeleri kamuoyuna sızdıran ve bu şekilde konumunu garantiye alan Öcalan’ın kurnaz siyasetine hapsolduğu görülecektir. Konunun bir diğer can alıcı kısmı, her saldırıdan sonra “operasyoncu” veya “güvenlikçi” yaklaşımların hedef tahtasına konuluyor olması. Bu eleştirel yaklaşımın sahipleri, Kürt sorununun çözümünde “öncelikle PKK’nın muhatap alınması gerektiğini“ ileri sürüyorlar. Dolayısıyla da başımıza gelen saldırılara, hatta örgüt mensuplarının “3000 sivil de ölse Şırnak’ı ele geçirmelisiniz“ gibi akla ziyan talimatlarına müzakereyle son verilebileceğini düşünüyorlar. Zahmet edip terörizm literatürünü okurlarsa böyle bir müzakere mantığının karşılık bulamayacağını da göreceklerdir. Bu kuralın tek istisnası ise şudur: Terörün kazandığının deklare edilmesi...

NEYİN İFLASI?
Eğer bu ülkede herhangi bir siyasi irade, Öcalan’ı serbest bırakıp dağdaki militanların öz savunma gücü olarak özerkleştirilmiş Kürdistan’da istihdamını ve gerçekçi çözümün Kürt bölgesinin hukuki, fiili ve siyasi olarak PKK’ya bırakılmasında yattığını kabul ediyorsa, böylesi bir müzakerenin ne tür bir bedel içerdiği açıktır. Zira Oslo süreçleri devam ederken bile kentlerin altını silah deposu, üstünü de yangın yerine çeviren PKK, bundan daha azına rıza göstermeyeceğini söylemişti. “Operasyonları durduralım, kimseyi yormayalım“ ya da “Güvenlikçi politikalar iflas etti“ gibi tezleri, Emine Ayna’nın Reşadiye saldırıları sonrasında çığlıklar atarak “Açılım bitti!” ifadeleri ışığında tekrar düşünmek çok mu zor? Veya Silvan’ı, Kumrular olayını... Hep birlikte tekrar düşünelim: Türkiye’nin demokratikleşmede hızla yol aldığı yıllarda, hele de Kürtlerin çok büyük kısmının ümide kapıldığı bir dönemde, örgüt neden baltaları gömdüğü yerden çıkardı? Sakın iflas eden gizli gündemlerimiz veya ezbere dayalı paradigmalarımız olmasın? 


(Haber Türk gazetesinden alınmıştır)