Ramazan Bayramı dolayısıyla kaleme alıp, siyasi gelişmeler karşısında yayımlayamadığım bir yazıyı bugün dikkatinize getiriyorum. Konu ilginç: Batılı ateistler (tanrıtanımazlar) arasında dine yeni yaklaşımlar.


Şöyle: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında sosyal bilimler alanındaki en büyük paradigma (makro/genel teori) değişikliği, din sosyolojisinde yaşandı. Sosyolojinin babalarından (Marx, Weber, Durkheim) beri benimsenen teori, modernleşmeyle birlikte toplumların (dinden uzaklaşma anlamında) laikleşeceğini öngörüyordu. Dini inançların modernleşmenin en ileri gittiği toplumlarda dahi gücünü koruması gerçeği karşısında söz konusu paradigma çöktü; modernleşmenin kendisi gibi dinle ilişkisinin de çok karmaşık yapıda olduğu görülmeye başlandı. Paradigma çöküşünü en iyi anlatan, bunu kendi fikirlerinde yaşayan, hayattaki en ünlü din sosyoloğu Amerikalı Peter L. Berger oldu.


Paradigma çöküşü, farklı tepkilere yol açtı. Tepkilerin bir kısmı, din ile akıl-bilim arasındaki bağdaşmazlık fikrine ve ateizmin savunmasına sarılma şeklinde oldu. (Bu tepkinin başta gelen temsilcileri Richard Dawkins ve Christopher Hitchens olmalı.) Tepkilerin başka bir kısmı ise, dinin insanlar ve toplumlar açısından gücünü niçin koruduğu üzerine düşünülmeye başlanması, bu arada dini inançlarla ilgili görüşlerin gözden geçirilmesi şeklinde oldu. Bu bağlamda en dikkat çekici olan düşünürlerden biri, demokrasi teorisine katkılarıyla da tanınan, Almanya'nın yaşayan en ünlü filozof ve sosyologu Jürgen Habermas.


Habermas'ın din ile ilgili görüşleri üç aşamadan geçti (Bkz. Philippe Portier, "Religion and democracy in the thought of Jürgen Habermas / Jürgen Habermas'ın düşüncesinde din ve demokrasi," Society, No. 5, 2011). 1980'lerin başlarına kadar Habermas Marxizm'in etkisiyle, dine "yabancılaştıran gerçeklik" olarak bakıyor ve dinin giderek ortadan kalkacağını umuyor. 1985-2000 arasında dini hayatın vazgeçilmez bir parçası olarak görmeye başlıyor. Dini inançların ortadan kalkması yerine "özelleşmesi", ancak kamusal hayatta dine yer olmadığı görüşünü benimsiyor. Yüzyılın başlarından itibaren ise, dinin özel alanla sınırlanmayıp kamusal alana müdahil olmasını; temel metinleri ve gelenekleriyle "ahlaki sezgiler"e katkıda bulunmasını savunuyor. Daha da ileri giderek (Papa olmadan önce) Kardinal Joseph Ratzinger ile bir diyalogda, Hıristiyanlığın evrensel eşitliğe ve akla açıklığa destek vererek, demokrasiye ahlaki temel sağladığını söylüyor. (Bkz. The Dialectics of Secularization / Sekülerleşmenin Diyalektiği, Ignatius Press, 2007.)


Peter Berger, Habermas'ın dinin "faydaları" üzerine geliştirdiği görüşleri yorumlarken, alaycı bir dille şunları yazıyor: "Herhangi bir sosyolog, doğru olsun veya olmasın, dinin toplumda dayanışma ve ahlaki bir temel sağlama açısından yararlı olduğunu kabul edecektir. Ancak bunun geçerli olması için, en azından bazı kimselerin, dinin teyid ettiği bir doğaüstü gerçekliğe inanmaları gerekir. Kimse inanmazsa ortada bir yarar kalmaz." ("What happens when a leftist philosopher discovers God? / Solcu bir filozof Tanrı'yı keşfettiğinde ne olur?" The American Interest, September 2011.) Yani, dini inançlar yararlı olduklarından değil, insanlar için anlam taşıdığı için önemlidir, saygı görmelidir.


Habermas'ın izinden giden bir düşünür de Britanyalı Alain de Botton. Yakınlarda yayımlanan "Religion for atheists: A non-believer's guide to the uses of religion / Ateistler için din: İnançsızlara dinin yararları rehberi" (Knopf, 2012) başlıklı kitabında, dinlerin "seküler toplumun bugüne kadar karşılamayı başaramadığı" temel ihtiyaçlara cevap verdiği üzerinde durduktan sonra, şöyle diyor: "Dinlerin bilgeliği en rasyonel olanlar dahil bütün insanlığa aittir... Bazı yönleri, sadece dindarlara terk edilemeyecek ölçüde yararlı, etkili ve akla uygundur."


Alain de Botton'un kitabı ve yol açtığı tartışmaya başka bir yazıda devam edeceğim.

(Zaman gazetesinden alınmıştır)