Dün Ayşe’ye rastladım. Öğleden sonra da tekrar buluştuk. Daha hayatının ikinci baharında... Çok sevdiğim bir kardeşim. Her buluşmamızda bir dahaki buluşmamız ne zaman olur diye hesaplarım. Melek gibi bir insan. Kendini tamamen unutmuş, çırpınıp duruyor; kuş olabilse uçup iyilikleri serpecek gökten yer yüzüne... Öyle bir insan işte...
Beş dakika bir kahve içtik. Denilirse tabi... Hoş kahvemdeki köpükleri bile göremedim içerken. Eriyen şekerleri hiç bilemedim. Kim bilir kaç şeker attım; erimek bilmedi. Ayşe anlattıkça şekerler çoğaldı. Kahvem bir türlü tatlanmadı... Hiç beceremedim tatlandırmayı. Tebessümümü ise gücendirmemek adına yüzümde beklettim inadına. İnadına dünyanın...
Ayşe, küçük bir hanımefendi ama yüreği kendinden büyük; omuzlarındaki yük kendinden daha fazla... Büyük işte hem de çok... Simsiyah saçları belinden aşağı süzülüyor. Saçlarının arada bir demet demet eline geldiğini söyledi. Takmıyormuş, saçları çokmuş, “kökü kuruyana kadar bendeler” dediğinde içim tuhaf olmuştu. Kara kaş, kara göz, çift gamzeli, ama bakamaz öyle rahatça, güneşe çıkamaz, cıvıl cıvıl, yaşam sevinciyle dolu bir can.
İlk tanıştığımda öğrenmiştim hikayesini... Lise aşkını ve 15 yıl aralıksız her gece düşünmediği halde rüyasında görmüş olduğu aşkını. Hatta o zamanlar Danimarka’da imiş. Aşk dediği de öyle aşkta değil. Aralarında hiç bir şey geçmemiş zaten. Bence bu hayranlıkmış. Karşı kaldırımdan bakışmayla aşk mı olur? Okul sırasında bir yıl bile olmayan bakışmayla... Onun lise aşkı. Dua etmiş her gece, ertesi günü onu görmemek için. 15 yılın sonunda duruvermiş. İşte o an, Ayşe cana gelmiş. Biriyle tanışmış, sonra da evlenmişler.
Fazla sürmemiş, bir kızı olmuş. Ama ne zorlukla, neredeyse ana kız doğumda ölüyorlarmış. Melekler kurtarmış, Ayşe diğer tarafa gidip gidip gelmiş. Kızı dünyaya geldiğinde tek başına hissetmiş kendini, halbuki etrafında o kadar insan varken. O günden sonra hayatı değişmiş. Evladı uğruna, iyilik meleği olmuş çıkmış, ama bir kendine olamamış...
Kızı, genç kız olmuş... Geçenlerde görmüştüm, “maşallah” dedim. Gözlerim kamaştı. Güzellikte, güzel olan annesini geçmiş, hatta boyuyla da... Bana selam verirken ki tebessümü muhteşemdi... O gülümsemeden kitap yazardım bir bilseniz, hemde nasıl...
Ayşe anlatırken iyice kendimi vermişim ki, bardaktaki kahvem taştı, şekerlerden... Normalde şekere tahammül edemem ben; sevmem ki şekeri...
Ayşe yalnızdı... bir kızı ve bir dünya kadar da çocuğu vardı. Kızı gibi çocuklara ders veriyordu. Çalışıp para kazanması gerekirken, sadece karnını doyuracak kadarına razı olmuş. Kaderini çocuklara adamıştı.
Ayşe yumuşak sesiyle “Dökülen saçlarımı kimseye söylemiyorum. Şimdilerde ise yapamadıklarımı yapma peşindeyim. Hiç bir şeye yetişemiyorum. O kadar listem kabarık ki....Daha okuluma bir başka Ayşe bulamadım...Nasıl giderim ben? Kızımın işe girdiğini görmedim henüz, daha gencecik. Benden daha iyi kim bakar ona... Kime anne der, bilemedim. Yolcuyum ama ne zaman bilemedim. Belki yarın, yarından da yakın, diyemedim.” dedi. Sonra dönüp “biliyor musun ama umrumda değil... Tek taktığım, dünyalar iyisi Sevdam, melek kızım ve onca çocuklarım...Dün sevdama rest çektim. Sevmesin diye, beceremedim. Sonra sessizce yüreğime söz geçirmeye çalıştım. Arkamda üzülenlerim olsun istemiyorum.” Dedi. O sırada Ayşen’in yüzünde tebessümle hüzün arasında bir ifade vardı, göz pınarları açılır gibi oldu. Sonra tuttu, tutmaya çalıştı kendince ve devam etti konuşmasına:
“Sanırım ben ölene kadar okuyacağım. Vücudumu, kanser vakfına bağışladım. İçine düşüyor olduğum mu, olmakta olduğum hastalık mı, her ne ise, bu hastalık için verdim gitti. Benim nasıl cenazem kılınır, bilmiyorum; olmayan bedeni nereye gömecekler? Hep düşünüyorum.“
Ayşe’yi dinlediğim sırada gözümden düşen damla kahvenin içine düşünce, kahveyi üzerime döktüm orada. Sonra kalkmak zorunda kaldım. Lavaboya gittim. Elimi yüzümü yıkadım. Nasıl tebessüm etmek gerektiğini bile şaşırdım. Ayşe kanserle yüz yüze idi... Kimseye söylemeyi de hiç düşünmüyordu...