Artık kalemler konuşacak; iyi veya kötü...

O kadar kitaplar ve şiirler yazılacak ki, senaryolarsa tut tutabilirsen...

Her ne kadar hayatımızın romanını ve şiirini yazmak, bize düşse de örneklerin değerlendirmesinden ve hakiki bilgilerden geri kalmamak, bilgi hatta bilgelik ister...

İleriye gidebilmek için ise sadece pencereyi genişletip, bakış açısını büyültüp ve o dünyanın içindeki dünyayı keşfedebilmek gerek. Oysa tek yerde kalmak cesaretsizliğin ve acizliğin en yalın hali iken, hedefi bilip de yol almak, özellikle de etraftaki farklılıkların farkına varıp da yol almak, güzelliklerin en güzeli...

Ne mutlu sevgiden, bilgiden, doğrudan, umuttan, yeni günden şaşmayan azimle, canla başla, cesaret ve güvenin sahibi olan insanların yaşama aşk dolu sarılışına ve bakış sevdasına...Var oluşundan ve sevinç dolu oluşundan... insanoğlunun en güzeli olan ‘insan olabilmek sevdasından’... Ne mutlu haz alana!

Bazen okuduğunu anlamak bile sanat gibi bir yetenek günümüzde...Yalan mı? Gelin benimle! Anadolu’nun bilinmeyen yüreğine gidelim.

Türkiye’deyim. Sivas’ta...

Merkezden çıktım, bizim Hacı Murat’la beraber kaplıcalara doğru giden yol güzergahı üzerindeyim. Yollar güzel yapılmış ama çok eksiği var daha... Girişteki ‘Sivas’a Hoş Geldiniz’ yazısı buz gibi. Nasıl soğuk geldi bana anlatamam. Yoksa tek ben miyim böyle düşünen? Oysa Sivas’ın insanı hiç tanımadığına bile öyle sıcaktır ki kırk yıldır sizi tanıyorlar sanırsınız. Bir de misafir oldunuz mu oh! O da başlı başına bir olay. Yemez yedirir; içmez içirirler. Ne aç ne susuz ne de uykusuz bırakırlar... Güzeldir insanı! Hakiki, öz insanı! Ayazına rağmen candan ve sıcaktırlar. Hele bir de köylerine gittiniz mi değil bir ev tüm köy ağırlar sizi... Ağır misafirseniz işiniz zor. Ayrılırken ailenizi arkada bırakmış gibi olursunuz, hem de yeni bile tanışmış olsanız! Aslında yabancı kendi bilir yabancı olduğunu, gerisi bilmez yabancının yabancılığını, lakin bu başka türlü bir şey. Yaşamak ve tatmak gerek bu lezzeti.

Yola devam ediyorum. Trafik pek yok denecek kadar güzel ve sakin. Radyoda ise ‘Vardar Ovası’ türküsü yükseliyor rahmetli Müzeyyen Senar’ın sesinden. Eşlik halindeyim; ikimiz beraberce okuyoruz. Melodisiyle çoşmuş bir şekildeyim. Yolun sol tarafında ucuz bir levhaya ‘Kumyurt 13 km’ yazmışlar. Gözüm levhadaki kilometre yazısına takıldı; sanki ‘kilometre’ ile göz göze gelmiş gibi olduk! İçimdeki anılarım, yavaş bir modla belleğimi harakete geçirdi. Bana “Gidiyorsun” dedi. Ben de çılgınlık yapıp “Evet gidiyorum. Kararımı Kumyurt Köyü kıldım.” dedim. 13 kilometreden sonra Kumyurt yazısını sol tarafımda görünce sinyal verip geçtim. Rüya gibi bir şey...

Düşüncelerim vardı, milyonlarca! Evimiz duruyor muydu? Dedemin evi, hatta dedesinin evi! Kara haticelerle bir gün koyun koyuna uyuduğum o ev! O toprak ev! Oysa ev çok temizdi. Toprak çekmiş olmalıydı haticeleri ve beni o eve, gündüz görünmeyen pırıl pırıl parlayan haticeleri! Delice sorular vardı içimde. Yol, düz, kum ve ıslaktı; üzerinden sular akmış gibiydi. Resmen ağlamıştı kumlar, ağlamış!... Kızılırmak çekilmiş, o çoşkun deli hali kalmamıştı. Ne türküler yapılmıştı Kızılırmak için, ne ağıtlar yakılmıştı aldığı canlar için!... O Kızılırmaktan ‘coşmak isterdim ama suyum kalmadı’ diye şikâyetlenen bir hava esiyordu sanki. En son Murat abi ile, ırmağın kenarında inci gibi dizilmiş selvilerin arasından geçip, alabalıkları tuttuğumuzu hatırlıyorum. Hayatımda tadını hiç unutamadığım ızgaradan geçen kocaman balıkları!... Daha dün gibi... Çocukluğumun en güzel anısı; en güzel lezzetiydi! Yıllarca o tadı aradım.

Sanırım artık köye tam giriş yaptık; ben ve Hacı Murat! Havanın sıcağı kavuruyordu ortalığı. Yumurta kırsan pişerdi yolda, hem de o yoldaki kara taşta! Birden üşür gibi oldum. Kelebekler içimde ne yöne uçacaklarını bilemediler. Çocukluğumun köyüne dört tekerlek üstünde adım atmıştım. Derin bir nefes aldım. Etrafı süzmeye başladım. Halbuki mavi boncuk gibi parlayan Murat’ımın penceresini açmış, dirseğimi pencereden yarı sarkıtmış, sağ elimle direksiyona hakim gidiyordum. Yollar topraktı; yavaş gidiyordum toz olmasın diye, yine de oluyordu. Kimsecikler yoktu etrafta derken gözüme bir beden ilişti. Uzaktaydı ama ben yakınlaştıkça, o bedenin bir kadına ait olduğunu hissettim. Yaklaştıkça daha bir belirgin oluyordu. Artık o beden önümde yürüyordu; bir elinde tırmık, diğer elinde bir deste pancar vardı, kökleri de üstündeydi. Arabayı iyice yavaşlattım. Döndü ve bana baktı.

Başımı arabamın penceresinden uzatarak seslendim.

-Teyzecim selam, nereye gidiyorsun ?

Bana dönerek tebessüm etti. Beyaz yüzündeki çift gamzesiyle, kaşlarını yaklaştırarak, neden sorarsın dercesine öyle bir içli baktı ki donakaldım birden. Sağ üstteki altın dişi parlıyordu. Bir iki saniye geçmedi ki kendimi toparladım ve içimden “Ne oluyoruz?” dedim. Tebessüm ederek,

-Köye gidiyorum. Eğer siz de köye gidiyorsanız yürümeyin, ben bırakayım sizi, diyecektim.

-Sen kimsin ki kızım?

-Ben, Ayşe! Sizin köyün yerlilerinden Hüsamettin’in kızıyım. Siz beni tanımazsınız. Babamı tanırsınız dedim, oysa içimden ‘belki’ demek geçiyordu.

-Hangi Hüsamettin? Hüsne teyzenin oğlu mu? Bir zamanlar at süren?

-Hah! Tamam, işte o Hüsamettin!

-Baban nasıl?

-İyidir, halen atlarıyla ilgileniyor.

-Deme sen? Atları kocamıştır; o kadar yaşayanını hiç görmedim?

Hafif boynumu bükerek tebessüm ettim.

-Ya! Yaşıyormuş demekki...Gel bırakayım seni teyzecim gideceğin yere kadar, dedim.

Bir bana, bir arabaya bir de elindekilere baktı. Ayağında mavi naylon ayakkabılar, başında yavru ağzı bir yazma ve üzerinde sarık gibi alnının üstünden doladığı beyaz tülbent vardı. Çiçekli kırmızı şalvarın üstünden bağladığı ince işlemeli ve rengarenk nakışlı üç eteğinden gözümü hiç alamadım dersem yeridir. Renk ahengi öyle muhteşemdi ki özenle sevgiyi dokumuşlardı sanki üstüne... Arabayı durdurup indim. ‘Bilmem olur mu ki?’ dercesine iki omuzunu hafifçe yukarı kaldırdı. Elindeki tırmığı arka koltuğa koymam gerekiyordu. Önce bir gazete açıp, çamurlu ucunu gazetenin üstüne, sapını da pencereden çıkarıp arka koltuğa misafir gibi yerleştirdim. Pancarları da gazetenin ortasına bıraktım. Arka bagaj doluydu. Teyze de yanıma oturdu. Direksiyona geçtim. Düşük süratle en fazla on dakikalık yoldu... Şimdi tanışma faslındayız sanırım.

Önce iki dakikalık sessizlik oldu. Çakır yeşili gözler kara kaşların arasından alttan altan beni mi süzüyordu ki? Farketmemiş gibi yola yani önüme bakarak devam ettim. Ona biraz da olsa kendini rahat hissettirmeliydim. Ne de olsa iki yabancı bir hancı köylüydük; aynı toprağın insanı... Beni süzüyordu hem de tam alıcı gözüyle. Görücüye çıkmış gibi hissettim. Önce ayakkabımın mavi renginde takılır gibi oldu. Dizlerimin hizasındaki elbiseden açıkta kalan bacaklarımda ise ince çoraplar vardı. Bir sıkıntı bastı içimi o an. Kendi kendime, içten ve sessizce, “Kız Ayşe, niye böyle giyindin, hem köye geliyorsun hem de hiç köy bilmezmiş gibisin.” dedim. Lakin bilmiyordum ki köye geleceğimi! O sırada adını bile bilmediğim teyze gözlerini kaydırarak bana döndü ve dediki,

-Sen buralarda ne yapacaksın, niye geldin?

Anlatmaya başladım.

-Babamların yani dedemlerin bir evi vardı. Ben küçükken sanırım ilkokul dördüncü sınıftaydım. Gerçi tam emin değilim ama 9-10 yaşlarındaydım. Biz, bir yaz, okul tatilinde orada kalmış ve harman kaldırmıştık. Yolda köyün isim levhasını görünce gelip görmek istedim bu yerleri...

Birden elinin birini havaya kaldırdı, işaret ediyordu şurada dur dercesine. Anladım. Başımı tamam dercesine sallamıştım da halen de anlatıyordum. Nerede olduğumun farkına bile varmamıştım henüz. Birden önümüzde sol taraftaki ağaçları gördüm ve heyecanla dedim ki, “Tam burada” işte burada! Elimle de işaret ediyor, o anı tekrar yaşıyorcasına anlatıyordum. “Tam burada bir gece uyumuştuk ailece; annem babam, ben ve ablam. Yanımızda bulunan keser biçer ve buğdayların arasında; tertemiz mis kokulu açık havada...Yer yatağını buraya sermiştik. Sabah uyandığımda tek gözüm mor renginde ve balon gibiydi. O an görmemek nasılmış daha iyi anlamıştım, çocuk halimle. Hiç unutmam, şişen gözüm çok kaşınıyordu. Gerçi bir gün sonra, o baloncuk göz, ateş söner gibi inmişti. Çocuktuk işte; dert bile etmemiştim. Böcek sokmuştur deyip geçmiştik. Şimdi olsa, oooooo...neler yapmıştık! Örneğin ambulansı aramıştık belki de acile son sürat gidiyorduk, hani kör olursam diye. Bak halen görüyorum. Ben bu günlerin anısına ziyaret etmek istedim. Sivas’tayken köyümüzü göreyim, özlemimi hatta burnumda tüten hasreti gidereyim istedim. Kendi kendimce işte! Sadece bir sevda, özlem ve hasret... Hepsi bundan ibaret... Ben bunlar için geldim. Yoldaki Kumyurt 13 kilometre levhası getirdi beni buraya açıkcası. Köyün kokusunu, havasını, çiçeğini böceğini, kayaların arasından akan suyunu görmek istedim. Yetmez mi?

Teyze bana baktı ve ellerini ellerimin üstüne koyarak:

-Gel sana bir düremeç hazırlayayım, sütlü koyayım, ayran da iç. Sonra çıkıp gezersin. Olmaz mı?

-Hele de bakayım sen kangaldan korkar mısın?

-Kangal köpeği mi?

-He

-Köyde çok , nasıl gezecen? Çocuklardan birini ayarlayayım da sen yalnız getme, bir de doktor peşine düşmeyek.

-Peki, olur. Size zahmet vermeyeyim.

-Ne zahmeti, hem bende ter kan içinde kaldım. Döşüm ıslanmış. İki soluklanmış olurum, bizimkiler gelmeden. Şimdi aç olan gelir. Birazdan burası dolar.

Gelin gibi süzülen maviş arabamı durdurdum; hacıyı kenara koydum. Uzun dar bir avludan geçtik. Saray gibi genişliğe çıktık. Evin önüydü. Betondu ve iki kattı. Evin önünde bahçe duvarlarının dibinde nane, fesleğen ve semiz otu vardı. Bir de eflatun renk ağırlıklı menekşeler. Bir köşesini de ısırgan otu, uzunca başını çıkarmış bir tane kırmızı gelincik ve bolca kır çiçekleri yer kaplamıştı. Birileri yeni sulamış olmalıydı ki dipleri ıslaktı. Toprak kokusu vardı. Evin ilk girişinde yerde serili, Şimkürek köyü kiliminin desenlerini andıran kilim vardı. Basmaya bile kıyamadım. Basmadan da giremezdim. İçerisi gül kokuyordu. Önce, “Belki saksıda gülleri vardır” dedim. Hayır gülleri toplamış, ayıklamış ve gül suyu için hazırlık yapılmıştı. Birden annemin bayramlarda baklavayla kendi bahçemizden gül suyu yapıp ikram ettiği gül suları hatırıma geldi. Ay duygulandım ki sormayın. Gözlerim buğulandı. 34’lük bedenim rüzgarla uçacaktı sanki. Duvarlarda üzerlik otundan yapılmış dekorlar vardı. Bir köşede kısa sap saz, diğer köşede bakır sehpa ve duvarda Ceylan resimli ince halı yanında da işlemeli bıçak asılıydı. O odadan yan odaya geçtik. Her yer kilim döşemeydi. Makattın üzerindeki kırlentler de kanaviçe işlemeli örtülerle süslenmişti. Ev pırıl pırıl tam bir Anadolu eviydi. Aklıma benim ev geldi. Bir ah çektim. “Kızım buyur otur.” diye ses duydum. Teyze yanıma bir tepsiyle gelmişti. İçinde dedikleri vardı bir de kete! İyice heyecanlandım. Sonra zeytini ve rokayı da getirdi. Elim boş geldim diye düşünüyordum. Ben hayatımda hiç bir yere boş gitmedim. Öyle öğrenmiştik büyüklerimizden.

Bugüne kadar yaşadıklarımı gözümün önünden geçirdim çaktırmadan. Sonra dilimden ve gönlümden bu satırlar döküldü...

Sendedir!

En çok menekşeleri az severim

Korkarım söylemekten çekinirim

Renginde kaybolur incedir derim

Gördüğümle sevdiğim de sendedir

En az kır çiçeklerini çok severim

Cesaret ak yeşilindeki benim

İstemem ki içimdeki bedenim

Dünya ötesi sır güç de sendedir

En çok iyilikten çok çok giderim

Elim versem de kolum ki gidenim

Meydan okudum kavme ey bilenim

Al götür beni ben bende değilim

12 Mart 2021

Hulya Kars/Manchester

Hulya KARS