Dün bizim Vatan gazetesinin eski yayın koordinatörü Atilla Güner yeni başlayacağı radyo programı için aradı beni...
- “İlk radyo programıma katılır mısın?..” diye...
Kanal D’de her gece “Haber Hattı”nı yaptığım, o meşakkatli günlerde tanımıştım Atilla’yı...
Haber merkezinin dört editöründen biriydi...
İnce eler sık dokur, ana haber bülteni bittikten sonra da gece geç saatlere kadar kanalda kalırdı...
Ben gecenin 24’ünde program yapıyordum o sıralarda...
İnsanların evde, ayaklarını uzatıp rahat ettiği saatlerde, program öncesinin bitmek bilmez gerginliğini yaşarken, zaman zaman katık olurdu bana...
***
Yıllar sonra VATAN’da karşılaştık...
Köşe yazdığım gazetenin yayın koordinatörüydü...
Bu gazeteden ayrılmaması için çok çalıştım, ancak o kafasına koymuştu...
Farklı bir şeyler yapacaktı...
Farklı şeyin ne olduğu dün ortaya çıktı...
Beni aradı;
“Her gün radyo prime time’ında 18-19.30 arası 101.4’te yayınlanacak radyo programına başlıyorum... İlk gün konuğum olur musun?..” dedi...
- “Müge ve onun gibi düşünenler için yazdığın yazıyı soracağım sana, bir iki kelime edersen mutlu olurum...”
Atilla’nın radyo programcılığında ilk yayın günüydü...
Hayatın böyle bir anında ona bir el vermem insanlık ve arkadaşlık borcuydu...
Yaşamın zaman zaman karşılaştığınız tatlı dayatmalarından biriydi bu...
Telefonu kapatırken; “Bir şey söylemek istiyorum... Sana önceden sormam lazım diye düşündüm...” dedi...
Sesi biraz tedirginleşmişti...
***
- “Nilüfer Hanım’ın sağlığını sorsam rahatsız olur musun?..”
Daha birkaç gün önce, hayatımdaki hemen her şeyi bilen arkadaşlarımdan İpek Durkal STAR’daki sunduğu “Duymayan Kalmasın” programı için, “Ne olur Nilüfer Hanım’ın nasıl olduğunu iki dakika bize anlatır mısın?..” diye telefon etmişti...
- “Nilüfer’le ilgili programa bağlanamam, beni affet İpek’ciğim...” demiştim
- “Neden” diye sormuştu...
- “Çünkü” demiştim;
“Benim; Nilüfer’in sağlık durumuyla ilgili açıklama yapmaya konumum ve durumum müsait değil... Nilüfer benim, manevi kızımın annesi... İyi ve çok dostça ilişkilerim var... Fakat onun artık başka bir hayatı ve o hayatında çok saygı duyduğum bir ilişkisi var... Benim onunla ilgili yaptığım her konuşma onun beraber olduğu erkeğe ayıp... Benim medyada Nilüfer’in sağlık durumuyla ilgili çıkacak her sözüm, onun hayatındaki insanı hiçe sayıp, ona benim sahip çıktığım imajını verecek ki, bu da yine hem Nilüfer’e hem de beraber olduğu erkeğe saygısızlık... Kim olarak Nilüfer’in sağlık durumunu açıklayacağım?.. Katılamayacağım kusura bakma...”
***
- “Ama kızınız var” dedi İpek...
- “Evet” dedim, “Kızımız var... Ve ben ancak kızımız üzerinden ona destek olabilirim... Başkaca bir hakkım yok ve olamaz...”
Nilüfer’e, ameliyatının keyifli geçmesini diledim...
Kızının ameliyat sonrası da öncesinde olduğu gibi anneli babalı mutlu bir hayatı olacağını, bu konuda merak etmemesini söyledim...
Bol bol Ayşe Nazlı’yı aradım, arıyorum...
Ona bugünlerde annesini hiç yalnız bırakmamasını söylüyorum...
Kızımın bir ihtiyacı var mı onunla ilgileniyorum...
Annesinin sağlık durumundaki gelişmeleri ise mümkün olduğunca kimseleri rahatsız etmeden kızımdan öğreniyorum...
***
Hastaneye gitmedim...
Orada görünerek, kameralar tarafından çekilerek, kızımın annesini özel hayatında rahatsız durumlara sokmak istemedim...
Ameliyattan yeni çıkmış bir insana, psikolojik yükler ekletmekten imtina ettim...
Hastanede görünerek, “çok iyi maşaallah” diye demeç vererek, gazetecilere sırım sırım sırıtarak yürüyüp gitmek istemedim...
Sevilen ve benim de bir zamanlar “sevgi” yaşadığım bir insanın hastalığından “rant yiyip, saygısızlık etmemek için” sessiz kaldım, sukuneti muhafaza etmeye çalıştım...
***
Kızımın annesine bu zor günlerinde destek olan “hayatındaki erkeğe de kızım adına teşekkür ederim...”
Ayşe Nazlı’nın dün akşam telefonda cıvıl cıvıl gelen sesinden o cenahta her şeyin berkemal olduğunu anlıyorum...
Ne mutlu ki;
“Esmer Günler” sadece kalplerde kalan muhteşem bir şarkıdan ibaret şimdi...
****
KAÇAK EVLER YIKILMALI, DEPREME UYGUN OLMAYAN YAPILAR BOŞALTILMALI...
Orda bir köy var uzakta...
O köy bizim köyümüzdür...
Gitmesek de kalmasak da...
O köy bizim köyümüzdür...
Lay laylay lay laaa...
Lay laylay lay laaa lay laylay lay laaa...
Orda bir okul var uzakta...
O okul bizim okulumuzdur...
Gitmesek de gelmesek de...
O okul biz okulumuzdur...”
***
Erciş’te katları birbirinin üstüne binmiş ilkokul binasını görüyorum...
350 ilkokul öğrencisi okuyor o okulda...
Deprem Pazar günü meydana geliyor...
Bir veli “Ya Pazartesi meydana gelseydi” diyor...
“Ya Salı, Çarşamba, Perşembe veya Cuma...”
O çocuklar ne olacaktı?..
Yüzlerce ölüye 350 minik yavru daha eklenecekti...
Katların arasında sıkışmış, minik yürekler, minnacık eller, yüzler, parmaklar...
***
Bu vebalin “daha ötesi var mıdır?..”
Bu olay şöyle veya böyle devam mı edecektir?..
Oradan çalınacak, buradan çırpılacak, fesat karışacak, ihale alınacak, çocuklar ölecek, insanlar evlerin altında kalacak?..
Bu görüntünün dahası olacak mıdır?..
Bunun vebalini kim ödeyecektir?..
İki tane müteahhit bozuntusu mu?..
Tayyip Erdoğan “bedeli ne olursa olsun, bütün kaçak evler, depreme uygun olmayan bütün yapılar yıkılacak” diyor...
Başbakan haklıdır ve desteklenmelidir bu çıkışında...
Seçimi kazanmak veya kaybetmek değil konu...
Van depremi Türkiye’nin “çağdaş yaşam koşullarının başlayacağı bir milat olmalıdır...”
Türkiye bu görüntüyü ne olursa olsun artık bir daha yaşamamalıdır...
****
HİNDİSTAN CEVİZİ MUCİZESİ...
Yaşını başını almış kalburüstü, Türkiye’yi yöneten onbeş yirmi kişilik bir “yaşam gurusu” grubunun, ayda bir kendi arasında, sohbet ettiği, keyif çattığı, dedikodu yapıp “hayatı demlediği”, bir öğle yemeği ritüelimiz var...
Rahmetli Ufuk Güldemir, Güneri Cıvaoğlu’yla katılırdı, sevgili Murat Vargı’nın aktif desteğiyle yapılan bu öğle yemeklerine...
***
Her biri “çoktan hayatı aşmış birer yaşam gurusu” olan, yaşam yolculuğunun en zirvelerine çıkmış topluma yön vermiş şahsiyetler onlar...
Dün Murat Vargı “hindistan cevizinin kendisinin, yağının, bitkisinin” parkinson hastalığı için nasıl birebir olduğunu, inanılmaz mucizeler yarattığını Amerika’dan örneklerle anlatıyordu...
Bir de baktım ki, Türkiye’nin en belli başlı yaşam gurularından biri olan Özer Çiller de Vargı’yı onaylamakta...
“Hindistan cevizi Parkinson’a, gül suyu ise yüzdeki ve vücuttaki bütün sivilcelere mucize gibi geliyor...” diyordu...
Hüsamettin Özkan’a tavsiye etmiş, Özkan tavsiyenin çok iyi geldiğini söylüyordu...
***
Her biri, birer yaşam gurusu olan ve zamanında her şeyi görüp yaşamış insanlarla bir öğle yemeğini paylaşmak inanılmaz bir zenginlik sağlıyor insana...
Sohbetin lezzeti, masanın her bir tarafından fışkıran birikimlerin derinliği, bir beyin fırtınasının entellektüel hazzını yaşatıyor...
Dün Hürriyet’in eski sahibi Erol Simavi’nin uğrak yeri olan Taksim’deki Divan Oteli’nin restoranında “yaşam gurularının yemeği vardı...”
Necati Zincirkıran’la Mehmet Barlas, Erol Simavi, Doğan ve Nadir Nadi’li anılarını anlatıyorlardı...
Erol Simavi o mekanda dermiş ki; “Bir gün Cumhuriyet’in Nadir Nadi’si olacağım...”
Sohbetin tadının lezzeti, damağımdan geçti, beynimin kıvrımlarında dolaşıyor şimdi...Dün bizim Vatan gazetesinin eski yayın koordinatörü Atilla Güner yeni başlayacağı radyo programı için aradı beni...
- “İlk radyo programıma katılır mısın?..” diye...
Kanal D’de her gece “Haber Hattı”nı yaptığım, o meşakkatli günlerde tanımıştım Atilla’yı...
Haber merkezinin dört editöründen biriydi...
İnce eler sık dokur, ana haber bülteni bittikten sonra da gece geç saatlere kadar kanalda kalırdı...
Ben gecenin 24’ünde program yapıyordum o sıralarda...
İnsanların evde, ayaklarını uzatıp rahat ettiği saatlerde, program öncesinin bitmek bilmez gerginliğini yaşarken, zaman zaman katık olurdu bana...
***
Yıllar sonra VATAN’da karşılaştık...
Köşe yazdığım gazetenin yayın koordinatörüydü...
Bu gazeteden ayrılmaması için çok çalıştım, ancak o kafasına koymuştu...
Farklı bir şeyler yapacaktı...
Farklı şeyin ne olduğu dün ortaya çıktı...
Beni aradı;
“Her gün radyo prime time’ında 18-19.30 arası 101.4’te yayınlanacak radyo programına başlıyorum... İlk gün konuğum olur musun?..” dedi...
- “Müge ve onun gibi düşünenler için yazdığın yazıyı soracağım sana, bir iki kelime edersen mutlu olurum...”
Atilla’nın radyo programcılığında ilk yayın günüydü...
Hayatın böyle bir anında ona bir el vermem insanlık ve arkadaşlık borcuydu...
Yaşamın zaman zaman karşılaştığınız tatlı dayatmalarından biriydi bu...
Telefonu kapatırken; “Bir şey söylemek istiyorum... Sana önceden sormam lazım diye düşündüm...” dedi...
Sesi biraz tedirginleşmişti...
***
- “Nilüfer Hanım’ın sağlığını sorsam rahatsız olur musun?..”
Daha birkaç gün önce, hayatımdaki hemen her şeyi bilen arkadaşlarımdan İpek Durkal STAR’daki sunduğu “Duymayan Kalmasın” programı için, “Ne olur Nilüfer Hanım’ın nasıl olduğunu iki dakika bize anlatır mısın?..” diye telefon etmişti...
- “Nilüfer’le ilgili programa bağlanamam, beni affet İpek’ciğim...” demiştim
- “Neden” diye sormuştu...
- “Çünkü” demiştim;
“Benim; Nilüfer’in sağlık durumuyla ilgili açıklama yapmaya konumum ve durumum müsait değil... Nilüfer benim, manevi kızımın annesi... İyi ve çok dostça ilişkilerim var... Fakat onun artık başka bir hayatı ve o hayatında çok saygı duyduğum bir ilişkisi var... Benim onunla ilgili yaptığım her konuşma onun beraber olduğu erkeğe ayıp... Benim medyada Nilüfer’in sağlık durumuyla ilgili çıkacak her sözüm, onun hayatındaki insanı hiçe sayıp, ona benim sahip çıktığım imajını verecek ki, bu da yine hem Nilüfer’e hem de beraber olduğu erkeğe saygısızlık... Kim olarak Nilüfer’in sağlık durumunu açıklayacağım?.. Katılamayacağım kusura bakma...”
***
- “Ama kızınız var” dedi İpek...
- “Evet” dedim, “Kızımız var... Ve ben ancak kızımız üzerinden ona destek olabilirim... Başkaca bir hakkım yok ve olamaz...”
Nilüfer’e, ameliyatının keyifli geçmesini diledim...
Kızının ameliyat sonrası da öncesinde olduğu gibi anneli babalı mutlu bir hayatı olacağını, bu konuda merak etmemesini söyledim...
Bol bol Ayşe Nazlı’yı aradım, arıyorum...
Ona bugünlerde annesini hiç yalnız bırakmamasını söylüyorum...
Kızımın bir ihtiyacı var mı onunla ilgileniyorum...
Annesinin sağlık durumundaki gelişmeleri ise mümkün olduğunca kimseleri rahatsız etmeden kızımdan öğreniyorum...
***
Hastaneye gitmedim...
Orada görünerek, kameralar tarafından çekilerek, kızımın annesini özel hayatında rahatsız durumlara sokmak istemedim...
Ameliyattan yeni çıkmış bir insana, psikolojik yükler ekletmekten imtina ettim...
Hastanede görünerek, “çok iyi maşaallah” diye demeç vererek, gazetecilere sırım sırım sırıtarak yürüyüp gitmek istemedim...
Sevilen ve benim de bir zamanlar “sevgi” yaşadığım bir insanın hastalığından “rant yiyip, saygısızlık etmemek için” sessiz kaldım, sukuneti muhafaza etmeye çalıştım...
***
Kızımın annesine bu zor günlerinde destek olan “hayatındaki erkeğe de kızım adına teşekkür ederim...”
Ayşe Nazlı’nın dün akşam telefonda cıvıl cıvıl gelen sesinden o cenahta her şeyin berkemal olduğunu anlıyorum...
Ne mutlu ki;
“Esmer Günler” sadece kalplerde kalan muhteşem bir şarkıdan ibaret şimdi...
****
KAÇAK EVLER YIKILMALI, DEPREME UYGUN OLMAYAN YAPILAR BOŞALTILMALI...
Orda bir köy var uzakta...
O köy bizim köyümüzdür...
Gitmesek de kalmasak da...
O köy bizim köyümüzdür...
Lay laylay lay laaa...
Lay laylay lay laaa lay laylay lay laaa...
Orda bir okul var uzakta...
O okul bizim okulumuzdur...
Gitmesek de gelmesek de...
O okul biz okulumuzdur...”
***
Erciş’te katları birbirinin üstüne binmiş ilkokul binasını görüyorum...
350 ilkokul öğrencisi okuyor o okulda...
Deprem Pazar günü meydana geliyor...
Bir veli “Ya Pazartesi meydana gelseydi” diyor...
“Ya Salı, Çarşamba, Perşembe veya Cuma...”
O çocuklar ne olacaktı?..
Yüzlerce ölüye 350 minik yavru daha eklenecekti...
Katların arasında sıkışmış, minik yürekler, minnacık eller, yüzler, parmaklar...
***
Bu vebalin “daha ötesi var mıdır?..”
Bu olay şöyle veya böyle devam mı edecektir?..
Oradan çalınacak, buradan çırpılacak, fesat karışacak, ihale alınacak, çocuklar ölecek, insanlar evlerin altında kalacak?..
Bu görüntünün dahası olacak mıdır?..
Bunun vebalini kim ödeyecektir?..
İki tane müteahhit bozuntusu mu?..
Tayyip Erdoğan “bedeli ne olursa olsun, bütün kaçak evler, depreme uygun olmayan bütün yapılar yıkılacak” diyor...
Başbakan haklıdır ve desteklenmelidir bu çıkışında...
Seçimi kazanmak veya kaybetmek değil konu...
Van depremi Türkiye’nin “çağdaş yaşam koşullarının başlayacağı bir milat olmalıdır...”
Türkiye bu görüntüyü ne olursa olsun artık bir daha yaşamamalıdır...
****
HİNDİSTAN CEVİZİ MUCİZESİ...
Yaşını başını almış kalburüstü, Türkiye’yi yöneten onbeş yirmi kişilik bir “yaşam gurusu” grubunun, ayda bir kendi arasında, sohbet ettiği, keyif çattığı, dedikodu yapıp “hayatı demlediği”, bir öğle yemeği ritüelimiz var...
Rahmetli Ufuk Güldemir, Güneri Cıvaoğlu’yla katılırdı, sevgili Murat Vargı’nın aktif desteğiyle yapılan bu öğle yemeklerine...
***
Her biri “çoktan hayatı aşmış birer yaşam gurusu” olan, yaşam yolculuğunun en zirvelerine çıkmış topluma yön vermiş şahsiyetler onlar...
Dün Murat Vargı “hindistan cevizinin kendisinin, yağının, bitkisinin” parkinson hastalığı için nasıl birebir olduğunu, inanılmaz mucizeler yarattığını Amerika’dan örneklerle anlatıyordu...
Bir de baktım ki, Türkiye’nin en belli başlı yaşam gurularından biri olan Özer Çiller de Vargı’yı onaylamakta...
“Hindistan cevizi Parkinson’a, gül suyu ise yüzdeki ve vücuttaki bütün sivilcelere mucize gibi geliyor...” diyordu...
Hüsamettin Özkan’a tavsiye etmiş, Özkan tavsiyenin çok iyi geldiğini söylüyordu...
***
Her biri, birer yaşam gurusu olan ve zamanında her şeyi görüp yaşamış insanlarla bir öğle yemeğini paylaşmak inanılmaz bir zenginlik sağlıyor insana...
Sohbetin lezzeti, masanın her bir tarafından fışkıran birikimlerin derinliği, bir beyin fırtınasının entellektüel hazzını yaşatıyor...
Dün Hürriyet’in eski sahibi Erol Simavi’nin uğrak yeri olan Taksim’deki Divan Oteli’nin restoranında “yaşam gurularının yemeği vardı...”
Necati Zincirkıran’la Mehmet Barlas, Erol Simavi, Doğan ve Nadir Nadi’li anılarını anlatıyorlardı...
Erol Simavi o mekanda dermiş ki; “Bir gün Cumhuriyet’in Nadir Nadi’si olacağım...”
Sohbetin tadının lezzeti, damağımdan geçti, beynimin kıvrımlarında dolaşıyor şimdi...