Bazen sesler ve kokularda size anıları ve mekanların ruhunu çağırır. Tıpkı Hz Bilali Habeşinin ömrünün son anlarında yaşadıkları gibi. Bilâli Habeşi Şam’da bir gece rüyasında Peygamber efendimizi (s.a.v.) görmüştü. Peygamberimiz “Beni ziyâret etmeyecek misin Yâ Bilâl” buyurmuştu. Bunun üzerine hemen Medine yoluna düştü. Medine-i münevvere’ye; gelince doğruca Peygamberimizin kabri şerîfine gidip, Ravzayı mutahharaya yüzünü, gözünü sürerek ziyâret etti. Resûlullah (s.a.v.) ile geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları dökerek uzun müddet ağladı. Bu sırada Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onu görüp boynuna sarılmışlardı. Bilâli Habeşi’nin Medine’ye
bu gelişinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bir ezan okuması için çok ısrar etmişlerdi. Bilâli Habeşi bu ısrara dayanamayarak bir gün sabah namazı vaktinde ezan okumaya başlamıştı. Peygamberimizin (s.a.v.) mescidinden Bilâli Habeşi’nin sesiyle yükselen ezanı duyan Ashâbı kirâm yerlerinden fırlayıp, kadın, erkek, çoluk, çocuk hep sokaklara dökülmüşlerdi. Hepsi Resûlullah (s.a.v.) ile yaşadıkları saadetli günleri, Bilâli Habeşi’nin okuduğu ezan sedalarıyla hatırlayıp ağlaşmışlardı. Fakat Bilâli Habeşi ezanda (Eşhedü enne Muhammeden resûlullah) derken, Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek ismi geçince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ezanı tamamlamak için kendini zorladı, gene gözyaşlarını tutamadı. Böylece ağlaya ağlaya ezanı bitirdi. O gün Eshâb-ı kirâm sanki Resûlullahın (s.a.v.)
bulunduğu günlerden bir gün yaşadı. Peygamberimize (s.a.v.) olan hasretleri ve derin muhabbetleriyle ağlaşarak, o günleri yad ettiler. Bu ezan Bilâli Habeşi’nin okuduğu son ezan oldu. Birkaç gün Medine’de kaldıktan sonra Şam’a döndü. Fakat yolda çok hastalanıp evine güçlükle varabildi. Bu hastalıkla ömrünün son günlerini geçirdi ve vefât etti.
Gürcan Banger “Yaşadığımız mekân, kimi zaman kimliğimizi belirleyen, bazen ise ifade edendir. Yaşam çevremiz, ruhen veya maddeten burasıdır ve burası başka mekânlardan farklıdır. Yaşam ve mekânda farklılık yaratmak apayrı bir sanattır. Farklı olabilmek için öncelikle ayağımızı sağlam bir zemine basmamız gerekir.”
Bilindiği gibi, atalarımızın mimari anlayışı batıya has olan ve daha sonra bizlerin de eserlerinde de sentezlenen barok ve rokoko mimarisinden farklıdır. Bu farklılık, tıpkı bu coğrafyada yaşarken Türkçemize giren binlerce Farsça, Arapça, İngilizce hatta Sanskritçe dillerinden kelime girmesi; ancak bu girişten sonra bizim Türkçemkizin malı olması anlamında sentezlendiği gibi, yemek çeşitliliğinde de sentezlenen ürünler söz konusudur. Yani taklitten ziyade kendi kültürünün dokumasıyla kendi mührünü vurması. Kıymetli hocam Prof.Dr.M.Tayfun Amman’ın dediği gibi “Bizi biz yapan kültürümüzdür. Bizi diğer milletlerden farklı tutum ve davranışa götüren, bize farklı isimlendirme yaptıran kültürümüzdür. Kültür biyolojik genlerle değil, zihinsel genlerle taşınır. Bizim bir Almandan, Fransızdan farklı tutum ve davranışlarda bulunmamızı sağlayan zihinsel kodlamadaki kültürümüzdür.” Bu kültürel kodlarla mimari yapı anlayışı, bu yapıyla bağlantı yine kültürle olmaktadır.
Prof. İlhan Özkeçeci "Biz yaşıyoruz ancak bunun farkında değiliz. Üretiyoruz ama bilinçle yapmıyoruz. Yaşadığımız mekânların mimari çizgilerini de bilmiyoruz. Kimin ekranında kendimizi görüp, kimin kaşığı ile yemek yiyoruz farkında değiliz. Şimdi biz kendi ölçülerimizi ve izlerimizi bilirsek daha sağlıklı ve huzurlu olacağız. En başta yaşadığımız mekânlar bizi rehabilite etmeli ve huzur katmalı. Ancak şu an yaşadığımız mekânlar bizlerde stres yaratıyor. Bilinçsiz gelişen bu mimari yapılar bizi daha mutsuz ediyor. Bizler ortaya koyduğumuz ürünlere kendimizden bir ruh katmalıyız. Bu bizi rahatlatacak ve mutluluk verecektir. Aksi halde cesetten ibaret bir şey çıkıyor ortaya”
Mehmet Semih SÖYLEMEZ “Bazı mekanların görünmez bir düzene, tutarlı ve uyumlu sistemlere ve en önemlisi bu özellikleri var eden bir “ruh”a sahip olduklarını düşünürüm. Üretim yapılan alanlarında bu özelliklere sahip olmaları için çaba sarfetmek gerekir. Çoğu kişinin düştüğü yanılgı da burada başlar. Zira üretim yapılan alanların salt “uyum” üzerine kurulması gerektiği düşüncesi yaygındır. Uyum üzerinden kurulmaya çalışılan her yapı; “ruhsuz bir mekanik”tir. Ancak Calvino’nun yazdığı gibi; farklılık ve uyumsuzluğun gerisindeki tutarlılıktan doğacak “uyum”, o mekanları “ruh”a sahip yerlere dönüştürür. Bu “ruh”a sahip üretim alanlarında ancak “aidiyet” duygusu gelişebilir. Evet… Onu özel kılacak olan şey, iyi inşa edilmiş, yüksek teknolojiye sahip olması değildir. Onu paylaşan insanların farklılıklarını koruyarak, pozitif enerjileri ile oluşturdukları “aura”nın bir sonucu olan “aidiyet” duygusunun varlığıdır.”
Ne zamanki, Beypazarı’ndaki, Safranbolu’daki, selatin camilerdeki, tarihi han, hamam, kervansaraydaki mimari anlayışı, estetiği, hayata bakan yönünü ve mimarinin ruhunu kaybettik, işte o andan itibaren mimari yapıların ruhu kaçmaya, ruhsuz olmaya, insanlarla artık iletişim kuramamaya başladılar. İnsanlarda artık karşılarında kuru, soğuk, ruhsuz yapılarla iletişimsiz, soğuk, duvar gibi insanlar oldular.
Dr. Mimar Lerzan Aras Mekanların terapisini nasıl yapıyorsun? Sorusuna şöyle cevap vermektedir. “Önce o mekanın öyküsünü dinliyorum. Yaşadığımız mekanlarda sevdiğimiz, sevmediğimiz neler var, kurduğumuz hayaller, beklentilerimiz neler gibi sorulara cevap arayarak mekanın sesine kulak veriyorum. Aslında hepimizin evinde bize kendimizi çok rahat hissettirecek güzel eşyalar var ama, bizim tarzımızı ortaya koyacak dokunuş eksikse, içimize sinmeyen hatta bazen nefret ettiren bir görüntü ile karşı karşıya kalabiliyoruz. Siz her şeyden sıkıldığınızı zannedersiniz, ama temelde bazı şeyler hep aynı kalıyordur, hep aynı cins koltuk seçersiniz, yerleşim hep aynı olabilir, aynı kanepenin üstüne ayna asarsınız, hatta sevdiğiniz çiçek bile aynıdır. Bir mekanı tasarlarken asıl önemli olan, içgüdülerinize uymak, cesaret etmek ve hayal kurmaktır.”
Mekanların ruhunu tekrar geri getirebilmek için, onlarla irtibat kurmaya istekli, hevesli, bilgili; “Sen yaşa ki ben de yaşayayım; hatta senin için ben yaşayayım” anlayışındaki insanlara ihtiyaç vardır. Geçmişi bilmeye, geleceği öngörmeye çalışarak kendimize, çevremize ve dünyaya yeni bir dünya anlayışı oluşturabiliriz.