Türkiye, rejim değişikliği sürecinden geçiyor. Bu sürecin ülkeyi bürokratik-askerî vesayet altında olan türden bir demokrasiden (\"eski rejim\"den) özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasiye götüreceğini umuyoruz.


Ne var ki bu sürecin umulduğu şekilde sonuçlanması ne Allah emridir, ne de tarih kanunu. Muhakkak ki bu, özgürlükler ve çoğulculuk için verilen mücadelenin başarısına bağlı.


Son zamanlarda medya mercek altında; demokratik görevlerini yerine getiremediğine dair kaygılar artıyor. Çok sayıda gazetecinin tutuklanması; siyasî görüşleri yüzünden işlerini kaybeden gazetecilerin artması; otosansürün yaygınlaştığına dair gözlemler; saygın bir uluslararası kuruluşun Türkiye\'nin basın özgürlüğünde son bir yılda 138. sıradan 148. sıraya gerilediğine dair raporu; nihayet ünlü bir Amerikalı yazarın işi Türkiye\'deki durumu, otoriter bir tek parti rejimiyle yönetilen Çin\'e benzetmesi rahatsızlığın işaretleri.


Giderek geçerlilik kazanan soru şu: Medyada \"eski rejim\" değişti mi, yoksa yerinde mi duruyor? Bu soruyu hakkaniyetle, nesnel bir biçimde cevaplamak için öncelikle bürokratik-vesayet altındaki \"eski rejim\"de medyanın durumu neydi, ana hatlarıyla hatırlamakta yarar var. 1990\'lara gelindiğinde Anayasa ve yasalarda bin dolayında hüküm, ifade ve basın özgürlüğünü kısıtlıyordu. Medya, medya-dışı yatırımları genişleyen iki büyük grubun egemenliği altındaydı. Bunların ellerindeki medyayı, esas olarak medya-dışı çıkarlarını ilerletmek için kullanan patronları (Başbakan Erdoğan\'ın tabiriyle \"dükkân sahipleri\") zaman zaman rekabet, zaman zaman da işbirliği (kartel) halindeydi.


Büyük medya kamu ihaleleri, düşük faizli krediler, sübvansiyonlar ve sair avantalar için hükümetlerle patronaj (karşılıklı destek karşılığı hizmet) ilişkileri kurmuştu. Patronların çevresinde onların borusunu çalmaları için çok yüksek ücretlerle ödüllendirilen editörler ve köşe yazarlarından oluşan bir \"medya aristokrasisi\" oluşmuştu. Gazete yöneticileri patron, patronlar gazeteci rolü oynuyordu. Büyük medyayı gazeteciler değil patronlar yönetiyor, onlar da iktidar partilerinden ve öncelikle Genelkurmay paşalarından talimat alıyorlardı. Yani medyanın demokratik görevlerini yerine getirmesi için şart olan editoryal bağımsızlığın zerresi yoktu. (Vesayet rejimi altında medyanın durumunu en iyi iki büyük gruptan birinin patronu olan Dinç Bilgin, bu konumunu kaybettikten sonra verdiği mülakatlarda anlattı.)


Ülkenin temel meseleleri, kısmen yasal kısıtlamalar, kısmen yöneticilerin sansürü ve oto-sansür nedeniyle özgürce tartışılamıyor; haberler manipüle ediliyordu. Gazeteciler arasında meslek ilke ve ahlakından ziyade, devletin ideolojisine ve patronların çıkarlarına bağlılık çok yaygındı. Sektör sendikasızlaştırılmış, meslek örgütleri patronların denetimine girmiş, gazeteciler arasında meslek dayanışması sıfırlanmıştı. Patronlar dilediklerini işe alıp, dilediklerinin işine (küstahça) son verirken meslek mensuplarının gıkı çıkmıyordu. Büyük medya patronları ile iktidar partileri arasındaki patronaj ilişkilerinden kaynaklanan \"hortumlamalar\", Türkiye\'nin 2001 yılında karşı karşıya kaldığı büyük finans krizinin nedenlerinden de biri oldu.


Hiç şüphesiz büyük medya dışında kalan medyada ve büyük medyada barınma imkanı bulanlar arasında askeri vesayet düzenini, otoriter laiklik uygulamalarını ve Kürt sorununu öldürerek çözme politikalarını eleştirenler vardı. Ama büyük medya, askerî-bürokratik vesayet düzeninin çok önemli bir dayanağı haline gelmişti. Bu gerçek en berrak şekliyle büyük medyanın 28 Şubat post-modern darbesinde oynadığı rol ile ortaya çıktı. Susurluk kazasıyla suyüzüne çıkan devlet ile yeraltı dünyası ve faşist katiller arasındaki kirli ilişkileri protesto hareketinin, seçilmiş hükümete karşı kampanyaya çevrilmesinde medyanın büyük payı oldu.


AKP\'nin iktidara gelmesinden sonra medyada \"eski rejim\" değişti mi? Cevabım gelecek yazıda.