Adanalıymış.
“Ertuğrul Bey, lütfen bir şeyler yazın, bizleri şu salı kâbusundan kurtarın” dedi.
Gülerek, “Nerede bende o kudret hanımefendi” dedim.
* * *
“Salı kâbusu” dediği şey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan grup konuşmaları.
Yani herkesin, hançeresinin en gergin haliyle konuştuğu günler.
“Ben o günler televizyonu açmıyorum. Haberleri seyretmiyorum. İnternetteki videolara bakmıyorum. Onları kaldıracak kudretim yok ama size verilecek bir tavsiyem var. Siz de benim gibi yapın” diye cevap verdim.
* * *
Üç yıl kadar önce, bir yazımda salı günleri yapılan grup toplantılarının naklen yayınlanmasından vazgeçilmesini önermiştim.
Yazının çıktığı gün Deniz Baykal aradı ve “Çok yanlış bir şey yazmışsın. Medya bize yeterince yer vermiyor, sesimizi duyurabildiğimiz tek yer orası” dedi.
Ben de “Siz sesinizi yükseltmeyin, biz televizyonun sesini yükseltiriz” diye şaka yaptım.
Dikkat ediyor musunuz, Türkiye kendine özgü “kolektif bir sound” yarattı.
Yani kendimize ait bir “gürültü kültürü” doğdu.
* * *
Konuşma bitti.
Herkes hançeresinin en yüksek tonundan bağırıyor.
Yani, sadece bir “salı kâbusundan” söz edersek siyasetçilere haksızlık etmiş oluruz.
Alın televizyonları...
En ciddi programları olması gereken haberlerin bile kendine ait gürültülü bir dili ve vurgulaması var.
Muhabirlerin hepsi, öyle emredilmiş gibi tuhaf vurgularla konuşuyor.
Spor programlarından hiç söz etmiyorum.
Oradaki gürültünün yanında, tribündeki seyircinin tezahüratı sükûnet gibi geliyor insana.
Arkadaş sohbetlerimiz bile anında gürültüye dönüşüyor.
* * *
Gelecek ay çıkacak yeni kitabımda buna bir kavram buldum.
“Vuvuzela demokrasisi...”
Vuvuzela Güney Afrika’da maçlarda kullanılan ve çok gürültü çıkaran plastik bir boru.
Tswana dilindeki adı da “lepatata mambu”...
Diyeceğim şu: Yaşadığımız şey, bir salı kâbusu değil; 24 saat 365 gün kulaklarımızdan hiç eksilmeyen bir gürültü...
Allah’tan Akdenizliyiz..
Kolay alışıyoruz...
Seksenler fragmanında konuşan o arkadaşa
SON günlerde birçok arkadaşım, TRT’nin “Seksenler” dizisini konuşuyor.Diziyi gecikerek seyretmeye başladım.
Önce fragmanını seyrettim.
İlk izlenimim şu:
Yumuşacık bir ses... Kulağa tüy gibi gelen harika vurgulamalar...
Daha dün gibi gelen, ama 30 yıl geride kalan görüntüler, hayata ait şeyler..
Programı tanıtmak için konuşan kim bilmiyorum; sesi bana çok iyi geldi.
O sesi kim bulduysa, o ses kime aitse çok teşekkür ediyorum.
Bu vuvuzela içinde bana vaha gibi geldi.
TRT’yi de bu harika dizi için kutluyorum.
* * *
Sonra oturup 80’li yıllara baktım.
Tabii ki 12 Eylül... Rahşan ve Bülent Ecevit’le birlikte çalıştığımız Arayış dergisi yılları.
Binanın kapısında bir resmi asker, bir resmi polis, bir de sivil polis arabasının beklediği günler.
Yani her gün alıp götürülmeyi beklemişiz...
Öğretim üyeliğim... Tabii ki, ayın 10’unda biten maaşım.
Mehmet Ali Kışlalı’nın Yankı dergisinde Emre Kongar, Ahmet Taner Kışlalı, Yalçın Küçük, Mehmet Yılmaz’la aynı masada çalıştığım yıllar.
İlk kitabımın... Cumhuriyet’te yayımlanan ilk makalemin heyecanı...
Rahmetli Fahrünnisa Kadıbeşegil’in Oluşum dergisi.
“Elveda Başkaldırı” kitabımın etrafında kopan büyük gürültü...
Ve Hürriyet yılları...
Bana “kamu meydanında bir aristokrat olarak gezme imkânı veren” sevgili gazetem...
Bir ucundan 30, öteki ucundan 20 yıl...
Zaman ne de çabuk geçmiş...
* * *
Uzunca bir süredir nostaljiyi ruhumun kapısından içeri sokmuyorum.
Çünkü nostalji artık sırtıma ağır bir yük gibi gelmeye başladı..
Bugüne bile değil, kalan geleceğe bakıyorum...
Ama bu filmi seyredince, kendimi tutamayıp daldım...
Benim nostaljim 60’lı yıllardı.
Sonra bir baktım ki, 70’lere geçmişim.
Şimdi 80’lere dayanmış...
Allah kahretsin bir de şu hakikat var.
Seksenler, geçen yüzyıldı yahu...
(Hürriyet)