Hasan Cemal,  Harvard Üniversitesi tarafından verilen Louis M. Lyons Award for Conscience and Integrity in Journalism ödülünün 2014 yılındaki sahibi oldu. Tebrikler. Cemal’i seçen komite gerekçelerini açıklarken Cemal için “büyük cesaret”, medyanın karşı karşıya olduğu manzarayı tarif ederken de “düşmanlık, gözaltılar, kötü muamele” kelimelerini kullanmış

Bu kelimelerini okuyunca insan endişeye kapılıyor. Ödülü aldığı günkü yazısının başlığını okuyunca endişeniz artıyor: “Padişah’ı devirmek.” Yazının ortasında Padişah kılığında bir Erdoğan resmi bile var. Herhalde Harvard Cesaret ödülünü verenler o gün bu yazıyı okuyunca otoriter bir iktidara karşı bu büyük cesareti ödüllendirmekle ne kadar doğru bir iş yaptıklarını düşünmüşlerdir. Tabii yazının son cümlelerini okumadılarsa:
“Kalk, uçak saatin yaklaşıyor. Kalkmadan önce bir kadeh de, demokrasi ve özgürlüğe kaldırıyorum Napoli’de, deniz kenarındaki kahvede…”

Genel olarak Türkiye’de medya özgürlüğü hakkında Batı’da söylenenleri okuyunca  Hasan Cemal’in Napoli sahilinden değil, bir yer altı sığınağındaki gizli matbaadan çıkardığı fanzinlerle Erdoğan diktatörlüğüne direndiği düşünülebilir...
Freedom House’a göre Türkiye’de medya özgürlüğü Kuveyt’ten bile geri durumda. Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütüne göre ise Türkiye 180 ülke içinde 154’üncü sırada. Irak'ta, Etiyopya'da bile medyanın durumu Türkiye’den daha iyi. CPJ’nin listesinde ise Türkiye en kötü 10. ülke.

Erdoğan’a göre ise Türkiye dünyada gazetecilerin en özgür olduğu ülke.

Gerçek ne peki? Gelin biraz rakamlara bakalım.

Türkiye’de günlük 38 ulusal gazete çıkıyor. Bu sayı Almanya’da 15, İngiltere’de 20.
38 ulusal gazetenin 3’ü spor gazetesi. Gerisi politika ağırlıklı gazeteler.
Bu 38 günlük ulusal gazeteden 21’i AKP hükümetine ve Erdoğan’a muhalif gazeteler.

38 gazetenin toplam tirajı 4 milyon 700 bin. Bu tirajın 3 milyonu yine muhalif gazetelerde. En çok satan 5 gazeteden 4’i yine muhalif gazete (Zaman, Posta, Hürriyet, Sözcü)
Aslında bazı gazetelerin durumunu muhaliflik kelimesi bile tam olarak ifade etmiyor. Muhalif gazetelerden bir kısmı Erdoğan’a her gün ön adı olan Tayyip diye hitap eden başlıklarla çıkıyor. 344 bin satan Sözcü gazetesi örneğin, her gün içinde Tayyip ve dönüşümlü olarak “hırsız, katil, şeriatçı, IŞİD’çi ya da diktatör” kelimelerinin geçtiği manşetlerle çıkıyor.
Bu 38 ulusal gazetede 1000’e yakın profesyonel köşe yazarı var. Dünyada çok örneği olmayabilir. Her gün bu yazarlardan en az 400’ünün köşe yazıları gazetelerde yayınlanıyor. Bunlardan en az 200’ü siyasi yazılar. Ve bu köşe yazarlarının üçte iki’si de hükümete muhalif köşe yazarları.

Yine muhaliflik kelimesi yetersiz kaldığı bir yerdeyiz. Mesela ülkenin en çok okunan köşe yazarı bir seferinde Erdoğan’a “Mezarına tükürülmesin diye polis bekleyecek başına” diye bile yazdı. Bu köşe yazılarında her gün en az 20 köşede Erdoğan’dan ve hükümetten “Hırsız, katil, faşist, diktatör, ruh hastası, tedavi ihtiyacı var, cahil" gibi ifadelerle bahsedilmesi ise artık rutin. O yazılardan birini Türkiye’den medyanın daha özgür olduğu Kuveyt’te yazacak bir yazarın akıbeti Basra Körfezi’ndeki petrol akıntılarından birinde çırpınan bir karabataktan daha farklı olmaz herhalde…
Biraz da televizyonlara bakalım.

Türkiye’de 27’si ulusal, 16’sı bölgesel, 215’i yerel olmak üzere toplam 258 televizyon kanalı bulunuyor. En çok izlenen 7 ulusal kanalın yine en çok izlenen akşam haberleri arasında en yüksek reytingi olan ilk beşinden dördü her akşam milyonlarca insana haberleri hükümetin hiç de hoşlanmadığı bir şekilde sunuyor.

27 ulusal kanaldan 18’i ise sadece haber kanalı. Herhâlde dünyanın çok az ülkesinde bu kadar çok haber kanalı vardır. Milliyetçi, solcu, Kürtçü, AK Parti’yi destekleyen, CHP’yi destekleyen, liberal haber kanalları bumlar. Bu 18 haber kanalından 9’u muhalif çizgide yayın yapıyor. Her akşam bu 18 kanala her eğiliminden 100’e yakın tartışmacı çıkıyor ve her konu gece yarılarına kadar özgürce tartışılıyor. Herkes ağzına ne gelirse söylüyor demek daha doğru. En çok izlenen üç haber kanalından ikisi muhalif, biri görece tarafsız çizgide yayın yapmakta.

Türkiye’de düzenli olarak haftalık 4 ulusal mizah dergisi yayınlanıyor. 200 bin toplama tirajı olan bu mizah dergilerinin hepsi seküler, sosyalist,  Kemalist çizgide ve tabii ki çok sert hükümet karşıtı. Her hafta kapaklarında ya Erdoğan var ya da Davutoğlu. Espriler de İslamofobik Danimarka’daki meşhur karikatürden farksız, hakaret sınırlarında, hatta çoğu kez o sınırları çok aşmakta…
Esas haber kaynağı hâline gelen internetten hiç bahsetmedik bile…

Yolsuzluk haberlerinin medyada yer almadığı, sansür edildiği iddiası da doğru değil. 17 Aralık ve 25 Aralık 2014’teki operasyonun haberleri gazeteler ve tv'lerde günlerce, aylarca haber oldu. AKP'li bakanlarla ilgili bütün yolsuzluk iddiaları gazetelerde yazıldı. Hatta sadece yolsuzluk haberleri vermek üzere Karşı adında ulusal bir gazete bile yayınlandı.
17 Aralık 2013’te düzenlenen yolsuzluk operasyonunun birinci yıl dönümünde 20 gazete 17 Aralık’la ilgili manşetlerle çıktılar.
Bırakın Irak’ı, Etiyopya’yı, Kuveyt’i böylesine çok sesli bir medya ortamı Avrupa’nın pek çok ülkesinde dahi mevcut değildir.
Tabii bütün bunlar Erdoğan’ın dediği gibi Türkiye’yi dünyada basının en özgür olduğu ülke yapmıyor.
Belki tartışma için önce şu soruya bir cevap vermeye çalışmak  gerekir; Türkiye’de medya ne zaman özgür oldu ki?
Biraz daha rakamlara bakalım.

CPJ’ye göre 2013 Gezi Ayaklanması yüzünden 59 gazeteci işini kaybetti. Türkiye Gazetecilik Sendikası’na göre ise Gezi Ayaklanması yüzünden 22 gazeteci işini kaybetti. Aradaki farkın sebebi 37 gazetecinin istifa etmiş olması. Gezi Ayaklanması’na yeterince destek vermediğini düşündükleri tv'lerinden (NTV) ve gazetelerinden istifa eden gazeteciler, sonra bu istifalarını hükümet baskısına bağlamayı başardılar.
(Aynı sıralarda benim de aralarında olduğum Taraf gazetesinden 22 gazeteci ve köşe yazarı da gazete yönetimiyle politik olarak anlaşamayarak istifa etti, Yıldıray, Melih, Ceren kim ki)
Gezi ayaklanmasında barikatlarda devrim peşinde koşan aktivist bir gazeteci için bankası, petrol rafineri, otomobil şirketleri olan bir holdingin medyası en uygun çalışma alanı olmayabilir, ayrıca, protestocuların yaktığı kanalınızın arabası önünde zafer pozu verirseniz, ya da gazetenizi protesto etmek için önünde toplanan kalabalığa katılırsanız, patronunuzun size ay sonunda yine maaş vermek istememesine hoşgörüsüzlük diyemezsiniz.
(Örneğin 2013 yılında Avrupa Basın Ödülü’nü alan Yavuz Baydar, 2004’ten 2013’e kadar Sabah gazetesinde ombudsmanlık görevi yaptı. Bunun 6 yılında Sabah AK Parti’ye yakın bir gazeteydi. Hatta AK Parti iktidarına karşı Gezi ayaklanması sırasında bile bu görevini sürdü. Ta ki Gezi ayaklanmasından iki ay sonra New York Times’a kendi gazetesinin patronunu da eleştiren bir yazı yazana kadar. http://www.nytimes.com/2013/07/21/opinion/sunday/in-turkey-media-bosses-are-undermining-democracy.html. En tuhafı da o yazıda “Bir zamanlar iyi gazeteciliğin önde gelen örneklerinden” olarak saydığı Milliyet gazetesinden de ucu askerlere dokunan bir yalan haberi ortaya çıkardığı için işten atılmıştı. Daha da tuhafı, Avrupa Basın Özgürlüğü ödülü alan Baydar, daha bir yıl önce CPJ’ye tutuklu gazetecileri suçlayan bir röportaj dahi vermişti. https://cpj.org/blog/2012/10/qa-yavuz-baydar-on-turkeys-press-freedom-climate.php. Halen o gazeteci tutuklamalarının arkasında duran Gülen cemaatine ait bir gazetede köşe yazması ise ülkemizde basın özgürlüğünün geldiği noktayı gösteriyor.)
Dünya’da Türkiye’nin medya özgürlüğü puanlarını düşüren esas rakamlar ise tutuklu gazeteciler hakkında olanlar.

Türkiye’de gazeteciler aynı zamanda politik aktörler oldukları için politik kavgaların yükseldiği dönemlerde gazetecilere hapishane yolları hep gözüktü.
İttihat ve Terakki, Kemalist Tek Parti, DP dönemlerinin hepsinde hapse giden (sonuncuda 79 yaşındaydı) İttihatçı gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ın hikayesi en iyi örneklerden biridir.

Biraz daha yakın zamanlardaki rakamlara bakalım. 

Uluslararası basın örgütlerine göre 1980 darbesinden yeniden çok partili hayata geçilen 1983’e kadar hapishanelerde 83 gazeteci bulunmaktaydı. Düşünce özgürlüğüne engel bazı yasaların kaldırılmasıyla bu sayı düştü. 1990’da Türkiye’de tutuklu gazeteci sayısı 28’di.

1991-96 yılları arası ise Türkiye’nin en karanlık yıllarıdır. PKK ile mücadele adı altında devletin gayrimeşru yöntemlere başvurması sonucunda çoğu Kürt medyasından 28 gazeteci öldürüldü. Bu cinayetlerin çoğu fail-i meçhul kaldı. Baş fail de devletti.

Türkiye bu yıllarda bile uluslararası izleme örgütlerinin listelerinde “yarı özgür” statüsünü korumuştu. (NATO müttefikliği aşkına herhalde)
1993’te tutuklu gazeteci sayısı 55’ti. Bu sayı 1997’de 78’e çıktı, 1998’de 58’e düştü. 1999’da çıkarılan ceza ertelemesi düzenlemesi sonucu 2002’de rakam 13’e geriledi. 2002’de AK Parti iktidara geldi. AB uyum yasaları çerçevesinde ceza kanununda yine değişikliklere gidildi. O yüzden CPJ rakamlarında göre 2005’te Türkiye’de tutuklu gazeteci sayısı sadece 1’di. 2006’da da bu rakam değişmedi. Yine CPJ rakamlarına göre 2007’de Türkiye’de cezaevinde tutuklu gazeteci artık kalmamıştı. Bu parlak tablo 2008’de de devam etti.

CPJ’ye göre 2009’da ise 4 tutuklu gazeteci görünüyor. Silahlı sol örgütlerin medyalarında çalışan isimler bunlar. (CPJ gazetecilikten tutuklandıklarını düşünmediği için Ergenekon davasından tutuklanan Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ı bu listeye dahil etmemiş) 2010’da da Türkiye'de tutuklu gazeteci sayısı kayıtlara 4 olarak geçmiş.

2011’de bu rakam 8’e çıkıyor. Çünkü Oda Tv davasında aralarında Nedim Şener ve Soner Yalçın’ın da olduğu gazeteciler tutuklanıyor.
Ve 2012. Tutuklu gazeteci sayısı 49’a çıkıyor birden. Peki neden? Çünkü 2011’in sonunda PKK’ya yakın medya organları ve onlarla iş birliği yaptıkları iddia edilen gazetecilere yönelik bir KCK operasyonu yapıldı. 2013 yılında bu rakam hükümetin attığı bazı adımlar sonrası gelen tahliyelerle 40’a düştü.

Ve 2014. CPJ’nin açıkladığı rakamlara göre Türkiye’de tutuklu gazetecilerin sayısı 7. Peki ne oldu da bir yılda tutuklu gazeteci sayısı 40’dan 7’ye düştü? Bu yıl olan en önemli şey yüzünden. Hükümetle Gülen cemaati arasındaki ipler koptu. Peki bunun ne alakası var tutuklu gazetecilerle? Çünkü hem 2011’deki Oda Tv hem de 2011’in sonundaki KCK operasyonlarını şimdi artık kimsenin cemaat bağlantılı olduklarından şüphe etmediği Gülenci polis ve savcılar yapmıştı. 2013’ün ortasından itibaren ama özellikle 2014’le birlikte Gülenci polis ve savcıların tasfiye süreci başladı. Buna paralel olarak ilerleyen Kürt sorunuyla ilgili çözüm süreci kapsamında KCK davalarındaki tutuklanan gazeteciler tahliye edildi.

Yani Gülenci polislerin 2011-2013 arasındaki operasyonlarıyla artan tutuklu gazeteci sayısı, AKP ile Gülen grubu arasındaki çatışmanın başlamasıyla düştü.
Tesadüf olmasa gerek. Ama 14 Aralık 2014 günkü operasyonla ilgili Avrupa Birliği’nden yapılan acil açıklamayı okuyunca kötü bir tesadüfü fark ediyorsunuz:
“…Bugün Türkiye’de çok sayıda gazeteci ve medya temsilcisine yönelik polis baskını ve tutuklamaları demokrasinin en temel prensibi olan basın özgürlüğüne aykırıdır.”
AB’nin Dışişleri Komiseri Federica Mogherini, Genişlemeden Sorumlu Komiseri Johannes Hahn imzalı açıklama gerçekten Avrupa için insanı kaygılandırıyor. 
AB’nin hepsini gazeteci sandığı gözaltına alınan 26 kişiden 10’u polisti çünkü. (Geri kalanlarının 6’sı gazete ve TV çalışanı, köşe yazarı, diğerleri ise senarist, dizi yönetmeni) 

Operasyon sonucunda 22 kişi tahliye edildi, tutuklanan dört kişiden de üçü polisti. O üç polisten birinin adı Tufan Ergüder’di. Ergüder, 2011’de toplam 40’a yakın gazetecinin tutuklandığı ve Türkiye’yi dünyada en çok tutuklu gazeteci olan ülkeler arasına sokan Ergenekon ve KCK  soruşturmalarını yürüten İstanbul Emniyeti’nin en üst düzey yöneticilerinden, operasyonel akıllarından biriydi.

Yani AB bu cehaletiyle sadece basın özgürlüğüne darbe vurmuş bir polis şefini basın özgürlüğüne darbe diyerek savunmuş olmadı, aynı zamanda az kalsın Türkiye’nin 50 yıllık adaylığını da kulaktan dolma bilgilerle askıya alacaktı...
Yani Türkiye öfkeli gazeteciler, lobiler üzerinden anlaşılamayacak kadar karışık bir ülke. Yoksa yıllarca IPI’nın muhatabı olan Basın Konseyi’nin başkanlığını 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra medya temsilcisi olarak darbe meclisine alınan, askerlerin sahte andıç belgesi üzerinden gazetecileri PKK’lı ilan edip, az kalsın ölümlerine neden olan Oktay Ekşi’nin yapmış olması, CHP’den vekil seçilince de yerine de 1945’te memleketin ilk gazete basma olayının faillerinden biri olan bir emektar gazeteciyi getirmesini anlamak için üstün körü bakmak yetmez…
Türkiye’de gazeteciler siyasi aktör olmaktan vazgeçmedikçe, siyasetçiler de onlara siyasi rakipleri gibi davranmaktan vazgeçmeyecek. Büyük kavgalar gazeteler üzerinden yürüyecek, tabii ki her iki tarafta da gazetecilik bu kavgada ezilen çimler muamelesi görecek. Karşılıklı propaganda arttıkça, kalite düşecek, bağlı bulunduğun cemaatin dışında en ufak eleştiri ihanet nedeni sayılacak, haber takip edilen değil, arkasına takılınan bir şey olacak. Bilgi değil, yararlı bilgi, hakikat değil, bizi haklı çıkaran hakikat itibar getirecek.

Türkiye’de gazeteciliğin tarihinin en kötü günlerini yaşadığını söyleyenler darbe dönemlerine, 30 gazetecinin öldürüldüğü 90’ların ilk yıllarına, medyanın brifinglerle yönetildiği 28 Şubat günlerine, askerlerin tek kusurundan bahsedilemeyen, Kürt sorunuyla ilgili devlet ağzından olmayan haberler yapılamayan, Genelkurmay başkanının basın toplantılarından gazetecilerin hükümete karşı siyasi demeç almak için yırtındığı, bayramlarda Atatürk posterleriyle çıkıp, resmî tarihin yalanlarının tekrarlanıp durduğu uzun uzun yıllara büyük haksızlık yapmış oluyorlar.

Yani siz “Türkiye’de gazetecilik Kuveyt’ten, Irak’tan, Etiyopya’dan daha az özgür" derseniz, biri de çıkar size “dünyada gazetecilerin en özgür olduğu yer Türkiye” der.

Bu arada Kuveyt’teki gazetecilere durumlarının Türkiye’den daha iyi olduğu müjdesini kim verecek? 2014’te iki büyük gazeteyi kapatan Kuveyt Emiri seve seve anlatıyordur herhalde…

(Türkiye'den)