Hükümet de oldular ama çoğu zaman muhalefette kaldılar.
Hükumet olmayı çok sevdikleri söylenemezdi zira en sevdikleri iş eleştirmekti.
İcraat yapmak zor, eleştirmek kolaydı.
Bırakın projeler üretmeyi, önlerine sunulan hazır anlaşmaları bile imzalamayı beceremediler.
İçlerinden biri “bunu imzalamamız şart” dedi, aforoz ettiler.
Ekonomik akıl ne demek, dünya ölçeği ne demek anlatmak istedi, rahmetli babasını hatırlattılar.
Hükümetten gidişleri pek gönüllü oldu. Hele bundan öncekinde kendileri istedi seçimi, “kasada para yoktu, olaydı bırakırmızdık (bırakırmıydık)” diyerek…
Son hükumet ettikleri dönem ise ustalık dönemleri oldu! Devleti tıkadılar, maaşları ödenmeyecek hale getirdiler, Türkiye’yle ilişkileri berbat ettiler.
Yani başarısız olmak için gereken bütün adımları attılar.
Şartların gereğini yapmak yerine, çocukça kaprislere tutundular, ideolojik saplantılardan medet umdular.
Yapamadılar, beceremediler, anlayamadılar, olmadı, gittiler.
KKTC’ye su götürülmesi projesinin tamamlanmasının ardından gösterdiği basiretsizlikle akıllara kazınan parti, esas icraatlarına muhalefete gelince başladı.
UBP-DP Hükümetince çıkarılan muhaceret ve seyrüsefer affının kendi dönemlerinde de çıkarıldığını unutup, “acelesi neydi de yazda yaptılar. Meclis’in açılmasını bekleselerdi” gerekçesi, daha doğrusu bahanesiyle mahkemeye koşan parti, çıkan ara emri kararlarından memnun kalmış olmalı ki, bu kez vatandaşlıkları yargıya taşıdı.
Konuyla ilgili olarak yapılan açıklamaya göre, Yüksek İdare Mahkemesi bugün saat 10.30'da, CTP'nin açtığı iptal davası neticeleninceye kadar, vatandaşlık alanların haklarını kullanmasının durdurulması ile ilgili ara emri başvurusunu görüşecek.
CTP’nin başkanı Mehmet Ali Talat, UBP-DP hükümetinin keyfi kararlara imza attığını savundu her zamanki gibi.
CTP, muhalefet etmenin farzı olan tüm mühimmatı tek tek masaya koyarken, halkın tepkisini çekeceğini biliyor bilmesine ama onun için önemlisi yandaşların alkışı. Her çelişkinin bir alıcısı olduğunu düşünen bu parti, UBP’nin tarihe mal olacak elektrik imzasını unutturmak için vatandaşlıkları gündeme getirdi bu sefer.
Ne var ki vatandaşlık meselesi o kadar da masum değil.
Rumların istedikleri haritayı çizmeleri için nüfus konusunun, Rumların istediği oranda kalması şart.
Rum papazın kendince yüzde 18 olarak açıkladığı rakamın üstüne çıkmak, Türklerin azınlık konumundan çıkması demek olacak ki Allah muhafaza! Tarihiyle sorunlu, maneviyatla sorunlu bir nesil yaratan ve bu nesli ideoloji terkibi altında tek tipleştirmeye çalışan zihniyet, “barış, çözüm” kelimelerinin sihirli gücüyle adayı birleşmeye ant içtiğini gizlemiyor.
Türkiye’den gelen her hayırlı işe surat asan, tanınmamışlığı izolasyonlara bahane kılan ancak tanınmayı aklından dahi geçirmeyen bu zihniyetin, Türkiye’nin garantörlüğünü tabu olmaktan çıkarıp, uyduruk 82/18 oranını tabu ilan etmesi, Rum’un değirmenine su taşımaktan öte anlamlar içeriyor. Zira, 1974’ten bu yana barışın hakim olduğu adada, yeni “barış” dili icat edenlerin “neden” kısmını atlayıp sonuç kısmına gelmeleri “Rumi” tedrisatın ürünü.
Ne diyorduk; Adanın 1958’den itibaren bölündüğünü, (Albay Peters Rumların Türklere saldırmasından sonra haritayı önüne açmış, Lefkoşa’da Baf kapısından başlayıp Mağusa kapısına kadar giden Ermu Caddesi üzerine yeşil kalemle çizgi çekerek, sınır ilan etmiş, yol boyunca da dikenli tellerle Lefkoşa’yı ikiye bölmüş, Yeşil kalemle çizildiği için adı yeşil hat kalmıştı.) Kıbrıslı Türklerin gettolara hapsedildiğini, 1963-74 yılları arasında eşi görülmemiş katliamlara uğradığını, tüm haklardan mahrum bırakıldığını, göçe zorlandığını beyinlerden çıkarıp, “Ada, 1974 Barış Harekatından sonra bölündü, Türkiye işgal etti, Rumların hakkı gaspedildi” yalanını yerleştirmeye çalışanların neye, niye hizmet ettiklerini tarih elbet birgün yazacak çünkü gerçeklerin, ortaya çıkmak gibi bir kusuru var.
Papazın sözlerinin, “acil birleşme” hevesini yok hükmüne geriletmesi gerekirken, “aman ağzımızın tadı bozulmasın” ısrarıyla hareket eden bu millet, icat veya ödülleriyle değil, devlet verip azınlık olmasıyla tarihe geçecek.