“Cemaatçi” olmak ile “hükümetçi” olmak arasında gidip geldim.
Bazen “Cemaatçi” oldum, bazen “hükümetçi”.
Bir karara varamadım.
Bazen “Cemaatçi” oldum.
Çünkü:
“Cemaat” daha tutarlı, daha istikamet sahibiydi.
Adamlar başından beri...
Polis operasyonlarıyla demokrasi getirilebileceğini...
Uzun tutuklamaların Türkiye’yi bir demokrasi cennetine dönüştürebileceğini...
Her canlının bir gün bir iddianame konusu yapılabileceğini...
İçeridekilerin dışarının rüyasını bile görmemesi gerektiğini...
Savunup durdular.
Son “MİT kavgası”nda da bu duruşlarını hiç bozmadılar.
Hükümetçiler gibi çıkıp da “generale dokunulabilir, gazeteciye dokunulabilir, bilim insanına dokunulabilir ama MİT’çiye dokunulamaz” demediler.
Kırmızı çizgi çekmediler, “Herkese dokunuluyorsa MİT’e de dokunulsun” dediler.
Bazen de “hükümetçi” oldum.
Çünkü...
“Cemaat”in hükümete rağmen işler çevirmeye başlaması durumunda...
Hükümetin iktidarını görünmez bir yapıyla paylaşmak zorunda kalacağını...
Kendisini sürekli bir tehdit altında hissetmek zorunda kalacağını...
Sorumsuzların tasallutu altına girmek durumunda kalacağını...
Sorumluluğu başkalarının üzerine atma imkânı elde edebileceğini...
Fark ettim.
Bunu da sadece hükümet için değil, bütün bir toplum için “tehlikeli” buldum.
Eurovision hayli şapşal bir yarışmadır
GECE sohbetinin en koyu anında telefonum çaldı.
Karşımdaki heyecanla: “Can Bonomo’yu seyrettin mi? Kesin kazanır”.
Ne Can’ı, ne Bonomo’su falan derken durumu kavradım.
Meğer Eurovision şarkımız belli olmuş.
Sonra mahalleye geldim, her zaman olduğu gibi “Monopol Tekel Bayii”ne uğradım.
Baktım, orada da muhabbet aynı: Eurovision’da bizi temsil edecek şarkı...
“Balkan esintileri taşıyor” dedi biri... Bir diğeri “Can Bonomo çok sempatik, garanti ilk üçteyiz” yorumunu yaptı.
“Hasbinallah” dedim ve yoluma devam ettim.
Evde sanal âlemi kurcaladım biraz.
Baktım ki: Yer gök Eurovision olmuş.
Size bir şey söyleyeyim mi?
Eğer yanlışlıkla bu ulusun başöğretmeni falan olsaydım, halkımıza “Eurovision hayli şapşal bir yarışmadır” cümlesini 40 kez yazma cezası keserdim.
Yine eğitim, yine kavga
8 yıllık zorunlu eğitime geçişte, “kesintili mi / kesintisiz mi” çekişmesini yaşamıştık.
Şimdi 12 yıllık zorunlu eğitime geçiyoruz.
Ve bu kez de “kademeli mi / kademesiz mi” tartışmasının tam göbeğindeyiz.
8 yıllık zorunlu eğitimin “kesintisiz” olmasını savunanlar, aslında imam hatiplerin orta kısmını kapatmak istiyorlardı.
28 Şubat koşullarında bunu başardılar.
Bugün 12 yıllık zorunlu eğitimin “kademeli” olmasını savunanlar ise, aslında imam hatiplerin orta kısmını yeniden hayata geçirmek istiyorlar.
Bunu başarabilecekler mi?
Hep birlikte göreceğiz.
Zorunlu eğitimin süresini uzatma davası, bir uygarlık davasıdır.
Bu davanın, sürekli “din eğitimi” parantezine sıkıştırılmaması gerekiyor.
Ancak gelin görün ki sıkışıyor.
Sıkışıyor çünkü Türkiye’nin bir “din eğitimi” sorunu var.
Türkiye’nin din eğitimi sorunu iki noktada toplanıyor:
BİR: Okullarda “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” diye bir ders var. Bu dersin temel amacı: Bütün dinleri ve ahlak öğretilerini çocuklara öğretmek ve hiçbir dinin propagandasını yapmamak. Ancak bu ders, fiili olarak İslam’ın sadece bir yorumunun öğretildiği din dersine dönüşmüş durumda. Bu dersin “zorunlu” olması, isteyenin de, istemeyenin de fiili olarak din dersi almasına yol açıyor. Bu durum düzeltilmeli. Yapılması gereken şu: “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersini “din dersi” olmaktan çıkarmak ve yerine “seçmeli din dersi”ni koymak.
İKİ: İmam hatip liseleri konusunda durum şudur: Bir taraf “okulumuza dokundurtmayız” diye tutturuyor, bir taraf ise “bu okullar
(Hürriyet)kapatılsın” diye tutturuyor. Oysa mesele imam hatip lisesi meselesi değildir. Mesele çocuklarının esaslı bir din eğitimi almasını isteyen ailelerin taleplerinin nasıl karşılanacağı meselesidir. “İmam hatiplere dokundurtmayız” diyenler de, “imam hatipler kapatılsın” diyenler de bu ihtiyacın nasıl karşılanacağı üzerinde kafa yormalılar ve bir çözüm yolu bulmalılar.
Eğer bu iki sorun çözülürse...
İşte o zaman 12 yıllık zorunlu eğitim için yapılan “kademeli mi olsun / kademesiz mi olsun” tartışması... Daha sağlıklı, daha bilimsel, daha çekişmesiz, daha kavgasız, daha düzgün yapılabilir.
Aksi takdirde... Bizi bekleyen yine bir gümbürtüdür.
Demet’in kasmaması
DEMET Akalın’ı izliyor musunuz?
“Sevgililer Günü”nde parayı bastırıp bir binanın duvarından sevgilisine aşkını ilan etti.
Tam da herkes “Vay kıro vay” diye saydıracaktı ki...
Demet “Kıroyum, var mı diyeceğiniz” diye ön aldı.
Burada kendisine bir “yıldız” verdik.
İkinci vukuat:
Bu kez “Artist” adlı filme gitmiş Demet.
“Sessiz sinemaya gönderilmiş muhteşem bir selam” olarak nitelenen film, Demet’i hiç ama hiç açmamış.
İlk 10 dakikadan sonra “Bu ne ya... 10 dakikadır filmde kimse konuşmuyor. Üstelik film siyah-beyaz” diye atarlanarak filmden çıkmış ve gidip gişeden parasını istemiş.
Burada da kendisine bir “yıldız” daha verdik.
Fakat Demet’i uyarayım:
Bu “harbi kız” ayaklarının bir kıvamı vardır.
“Kıroyum ama para bende” açıksözlülüğünün de, herkesin ayılıp bayılmak zorunda hissettiği film için “bu ne ya” demek de...
Bir yere kadar kendisine “yıldızlar” kazandırır.
Ama bunun kıvamı bir kaçarsa iş “enteresan” olmaktan çıkar ve “harbi kıro” aşamasına varır ki bunu ne kadar harbi olursa olsun sanırım Demet de kaldıramaz.
Çok popüler 6 şey
BİR: Televizyonlarda sayısı giderek artan bal reklamları...
İKİ: “Büyük resme bakmak” tabiri...
ÜÇ: Sırrı Süreyya Önder bıyığı...
DÖRT: Jet Fadıl’ın bulduğu “İki saray odası alana bir saray odası bedava” şeklindeki reklam spotu...
BEŞ: 28 Şubat döneminde görülen zulümleri ifşa etmek.
ALTI: Önder Sav tarzı parti içi isyan hareketi...
(Hürriyet)