HAYATIMIN en güzel iki gününü demem biraz abartılı kaçar, çünkü en güzeli arasında çocuğumun doğumu gibi şahsi olaylar var. Ama hayatımın en güzel günleri listesinde kesinlikle üst sırada sayabileceğim iki günü Antakya'da geçirdim. Çok güzel dostluklar başladı ve ben hayatımda ilk defa kendi entelektüel çabamın ideali olarak tanımladığım şeyi, önyargısız ve karşındaki insanı olduğu gibi kabul edip kendinin de olduğun gibi kabul edildiğin bir yaşamın orada gündelik, rutin hayat tarzı olarak içselleştirildiğini gördüm.

Oralara gitmeden önce bu tür bir hayat tarzının oluşturulması için entelektüel çabamda zaman zaman umudum kırılıyordu, karamsarlığa düşüyordum. Çünkü anlamak, öğrenmek istemeyen insanların bilinçli yıpratma çabalarıyla karşılaşıyordum. Ama artık Türkiye'nin güzel bir köşesinde bizim şimdilik ancak hayalini kurabildiğimiz bir hayat tarzının var olduğunu biliyorum ve kendileri şimdilik farkında olmasalar da bu ülke insanının genlerinin derinliğinde birlikte yaşamak ve farklı olan ile bir arada olabilmek iradesinin yattığını artık çok daha kesin olarak biliyorum. Yüreğime enerji geldi Antakya'da. Bundan sonra ideali anlatan yazıları çok daha inançlı ve güçlü yazacağım çünkü o hayalin imkânsız olmadığını bunun yapılabildiğini artık biliyorum.

BİRLİKTE YAŞAMA SANATI

"Birlikte yaşama sanatı" konulu bir panele katılmak için gitmiştim Antakya'ya. Bir panelin adının yapıldığı şehrin karakterine bu kadar uyabilmesi de şaşırtıcıydı. Çünkü o bölgede farklı inançlardan ve farklı hayat tarzından olan insanlar birbirlerini oldukları gibi kabul edip gayet mutlu bir şekilde yaşıyorlar yani birlikte yaşama sanatını hayatlarının doğal bir parçası haline getirmişler. Panel öncesinde Yahudi'si, Ka-tolik'i, Müslüman'ı, Protestan'ı, Süryani'si ve Er-meni'si hep birlikte bir yemek yedik, konuştuk, fıkralar anlattık. Hayatı daha fazla nasıl paylaşabiliriz bunu konuştuk. Yemekteki Ermeni dostlar ertesi gün bizi köylerine çay içmeye davet ettiler. Ben zaten ziyaret etmek istiyordum, daveti de vesile saydık ve ertesi gün muhteşem bir tabiatın arasından geçerek vardık Türkiye'de bulunan tek Ermeni köyü Vakıflı'ya. İlk dikkatimi çeken köyün temizliği ve düzeni oldu. Önce köyün kilisesine uğradık. Kilise köyün kendisi gibi butik bir güzellikteydi. İçerde fotoğraf çekmek üzereyken bana sevimsiz öteki Türkiye gerçeğini hatırlatan bir uyarı geldi. Sonra köyün kahvehanesinde "Fotoğraf neden yasak" diye sorduğumda "Bazı kötü niyetliler daha önce fotoğrafları kötü amaçla kullandılar" dediler. O sevimsiz gerçekte uyumlu birlikte yaşayan insanları çekemeyen ve illa da uyumu, kardeşliği bozmak isteyen insanlar vardı. Ne yapalım olacaklarsa olsunlar, çünkü bu ülkede Antakya'da gördüğüm türde insanların sayısı arttıkça o kötü niyetliler hiçbir zaman amaçlarına ulaşamayacaklar.

ERMENİ KÖYÜNDE FRANSA'YI HATIRLAMAK

Ermeni köyünde yanımda Fransa'da o tasarıyı Meclis'e sunan Cezayir asıllı milletvekilinin olmasını çok isterdim. Onunla birlikte çevredeki köylerin arasından geçerek Ermeni köyüne ulaşsaydık, buradaki huzuru ve güzelliği görseydik, Ermeni arkadaşlarla onun da katılımıyla sohbet edebilseydik, acaba tüm Türk milletini töhmet altında bırakan o tasarıyı gönül rahatlığıyla yine de sunabilir miydi diye düşündüm.

Dedim ya bu ülkenin sıradan insanlarının genlerinin derinliğinde farklı insanlarla birklikte yaşama iradesi saklı duruyor. Bunu açığa çıkarmamak için çok insan uğraşıyor ama yine de o derinlerdeki arzuyu iradeyi bir türlü öldüremiyorlar. Bir gün o irade çok daha güçlü biçimde ortaya çıkacak ve bütün Türkiye Antakya'ya benzeyecek ve işte o gün Türkiye dünyanın en güçlü ülkesi olacak. Çünkü güç sadece silahlarla veya ekonomiyle değil manevi düzeyde de oluyor ve Türkiye'de bu potansiyel kesinlikle var.

İŞTE O HİKÂYE

Köyün, kapının üstünde Mustafa Kemal'in portresinin asılı olduğu kahvesinde adaçaylarımızı içip sohbet ederken Ermeni dostumuz bize başından geçen bir hikâyeyi anlattı.

O dostumuzun bir deniz ürünleri restoranı varmış. Türk balıkçılardan ürünleri alıyormuş. Antakya gibi çok kültürlü, farklı dinlerin bir arada yaşadığı yerde balıkçı olmak da kolay değilmiş. Çünkü her dinin kendine göre yemek kuralları var. Bunlardan en katı kuralı olan ise Yahudiler. Onların pullu diye yemediğini Müslümanlar yiyebiliyor ve Müslümanın pulsuz diye istemediğini Yahudi sevebiliyor. Tabii kabuklu deniz hayvanlarıyla ilgili daha başka bin bir kural da var. Türk balıkçılar Akdeniz'de şahane karidesler ve istakozlar yakalıyorlarmış ve çok canları çektiği halde dini kurallar nedeniyle kendileri yiyemiyorlarmış bunları. Ermeni dostumuz bunları neredeyse bedava alıp hem kendi müşterilerine sunup hem de kendisi yiyormuş.

Bir gün Türk balıkçı yine mal teslimine gelmiş ve "Al bakalım, dininin kıymetini bil afiyetle ye" diyerek nefis istakoz ve karidesleri Ermeni arkadaşımızın önüne dökmüş.

Bu hikâye benim içimi sıcaklıkla doldurdu. Sıradan bir balıkçının kendi inancının gereğini yerine getirirken başkalarının inancına da saygı duymasını bence bundan daha güzel ifade edebilecek hikâye olamazdı.

ANTAKYA UZLAŞMASI

Başka insanları oldukları gibi kabul edip aynı sofraları paylaşan insanlar bu tür güzel olayları hemen her gün yaşıyorlar.

Bu tür güzellikleri Türkiye'de yaygınlaştırmalıyız. Türkiye'ye bir Antakya uzlaşması gerekiyor. Uzun zamandır buna benzer konuları yazıp anlatmaya çalışıyordum şimdi ise teorimin arkasında daha sağlam durabileceğim. Çünkü artık bunu zaten yaşamakta olan insanların olduğunu da biliyorum; onlarla sohbet ettim ve kucaklaştım. 

*** 

Paylaştığımız masada anlatılan fıkra 

GECE düzenlenen "birlikte yaşama sanatı" panelinden önce yediğimiz yemekte anlatılan bir fıkrayı aktarmak istiyorum.

Bunu anlatan bölgedeki Yahudi cemaatinin önde geleniydi.

Bir imam, bir papaz ve bir haham bir araya gelip sohbete başlamışlar. Bir soru atılmış ortaya, elinize çok miktarda nakit para geçse bununla ne yapardınız diye sorulmuş ve üç din adamı sırayla cevap vermeye başlamışlar. İlkönce sözü imam almış. İmam "Parayı kucağıma alırdım, sonra yere bir daire çizer, ortasına otururdum ve parayı havaya doğru fırlatırdım dairenin içine düşenleri camiye harcardım geri kalanı da kendime alırdım" demiş. Bunu duyan haham ile papaz bir köşede kendi aralarında "Bu çok makul bir çözüm" diye söylenmişler. Sıra papaza gelmiş o da "Parayı kucağıma alırdım, ortaya daire değil üçgen çizer ortasına otururdum ve parayı havaya doğru fırlatırdım üçgenin içine düşeni kiliseye, geri kalanı da kendime harcardım" demiş. Bunu duyan imam ile haham da yine "Bu da çok makuldü" diye söylenmişler.

En son sözü haham almış. O, "Ben yere hiçbir şey çizmezdim ama yine de paraları havaya savururdum. Yaradan bir bölümüne havada el koymadığı takdirde yere düşen bütün parayı kendime harcardım" demiş. Diğer iki din adamı "Bu en makulü oldu" diye konuşmuşlar aralarında.