“Bölünüyoruz, küçüleceğiz” endişesiydi bu...
Fakat çok geçmeden anlaşıldı ki: Yersiz bir endişe imiş bu...
Çünkü:
Bölünen parçalardan biri küçüldükçe küçüldü, diğer parça ise büyüdükçe büyüdü.
Bakınız: Saadet Partisi... Bakınız: AK Parti...
* * *
Bir partinin içinde iki ayrı “dünya görüşü”, iki ayrı “yöntem anlayışı”, iki ayrı “duyarlılık” varsa...
Ve bu ikisi birbiriyle “uzlaşmaz” durumdaysa...
İlle de “bölünmeyelim” diye tutturmaktansa...
“Bölünelim, siz de kurtulun biz de” denilmesi daha evladır.
* * *
“Bölünmeye övgü” başlığı altında söyleyecek çok sözüm var.
Ama en başta iki temel faydayı hemen söyleyeyim:
BİR: Parti içindeki iki ayrı duyarlılıktan ortak bir duyarlılık çıkarmaya çalışmak için enerji harcamaya gerek kalmaz, enerji tasarrufu sağlanır.
İKİ: Parti, iki ayrı duyarlılığı da incitmemek adına kamuoyuna muğlâk bir bildiri sunmak durumundan kurtulur, bildirisini netleştirir.
* * *
Bugünün CHP’sine baktığımızda iki temel sorun görüyoruz:
BİR: Enerjisinin önemli bir bölümünü parti içi çekişmelere ayırmak zorunda kalıyor.
İKİ: Parti içindeki iki farklı duyarlılığı idare etmek adına ortaya doğru dürüst bir “bildiri” sunamıyor.
* * *
“İki ayrı duyarlılık” nedir mi?
Açıklayayım:
BİRİNCİ DUYARLILIK: Çağdaş sosyal demokrat bir parti olma özlemi içindeler... “Özgürlükler” diye tutturalım diyorlar. İktidarı “özgürlükler” açısından sorgulamak istiyorlar. “Türbana özgürlük isteyelim” diyorlar. Şehirlerin lüks semtlerinin dışına çıkmak istiyorlar. Kürt sorununun çözümünde demokratik yöntemleri benimsiyorlar. Günümüzde ortaya çıkan “adalet” ihtiyacını dile getiriyorlar. Türkiye’nin yeni statükosuyla mücadele etmek istiyorlar. Avrupa normlarına sarılıyorlar. Ulusalcı çizgiyle araya mesafe koymak istiyorlar. Umudu seslendirmek istiyorlar.
İKİNCİ DUYARLILIK: “Ulusalcılık yapalım” diyorlar. “İrtica tehlikesinden söz edelim” diyorlar. “İmam-hatiplerin önünü açtırmayalım” diyorlar. “Türban, ille de türban diye tutturalım” diyorlar. “Kürt sorununda ödün vermeyelim” diyorlar. “Cumhuriyet’in ilk dönem uygulamalarına yanlış da olsa sahip çıkalım” diyorlar. Yeni statükoyla mücadele etmek yerine eski statüko özlemiyle yanıp tutuşuyorlar. Avrupa’ya kuşkuyla yaklaşıyorlar. Umut yerine umutsuzluğu, iyimserlik yerine karamsarlığı aşılamak istiyorlar.
* * *
Bu “iki duyarlılık” arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen mücadele şunlara yol açıyor:
- Partiyi yiyip bitiriyor.
- Enerjisini tüketiyor.
- Cesur çıkışların önünü kesiyor.
- Açık konuşmaya engel oluyor.
Böylece ortaya iki duyarlılığı da tatmin etmeyen bir parti çıkıyor.
Ulusalcının da, sosyal demokratın da şikâyetçi olduğu bir parti...
Oysa bölünseler...
Her iki duyarlılık da şöyle aslanlar gibi bildirilerini topluma açıklama imkânına kavuşsa...
Biz de görsek: Ulusalcılar mı yaman, sosyal demokratlar mı?
28 Şubat: Mazlum dili ve edebiyatı
BU yılki 28 Şubat’la hesaplaşma törenleri, her zamankinden daha bir coşkulu geçiyor.
Geçsin, sözüm yok.
Fakat...
“Zulüm gördük” diyenlerin, “acı çektik” diyenlerin, “okullara alınmadık” diyenlerin, “kumpaslara maruz kaldık” diyenlerin...
Kendi iktidarlarında nasıl bir tutum aldıklarını da sorgulamaları gerekmez mi?
* * *
Sorgulasınlar, bakalım:
- “Acı çektik ama acı çektirmiyoruz” diyebiliyorlar mı?
- “Zulüm gördük ama zulmetmiyoruz” diyebiliyorlar mı?
- “Kumpaslara maruz kaldık ama kumpaslara maruz bırakmıyoruz” diyebiliyorlar mı?
- “Okullara alınmadık ama hapislere atmıyoruz” diyebiliyorlar mı?
Bu sorgulama yapılmazsa...
“Mazlum Dili ve Edebiyatı”, en esaslı başyapıtlarından hep mahrum kalacaktır.
Ulvi Alacakaptan ile karşılaştım
TEŞVİKİYE’de bir kafede karşılaştık.
“Ben de buralardasındır diye bakıyordum” dedi.
Acayip mutlu oldum bu karşılaşmadan.
“Gel abi, otur, çay kahve içelim” dedim.
Oturdu. Başladık muhabbete...
Bağcılar Belediyesi’nde tiyatro eğitimi veriyormuş. “8 yaşından 80 yaşına kadar öğrencilerim var” dedi. Dizilerde oyunculuk yapmaya da devam ediyormuş.
* * *
Eski günleri anımsadık.
28 Şubat günlerinde televizyonda “zulme maruz kalanlar” konulu programlar yapmıştık Ulvi Abi ile...
Nazım Hikmet’i de konuşmuştuk, Ruhi Su’yu da...
O günlere değindik.
Bugünleri konuştuk.
Daha eskilere gitmedik. “Sanat Manata Karşı” günlerine falan...
Ama Brecht’ten söz etmeyi ihmal etmedik, “yabancılaştırma efektleri” falan...
Sinemaya daldık bir ara...
İran sineması falan derken “Abi” dedim, “Bir İran filmi var, Oscar’da yarışacak. Adı: Bir Ayrılık... Gördün mü?”
Görmemiş. Gittim, bir koşu “Bir Ayrılık” filminin DVD’sini getirdim kendisine... Memnun oldu.
* * *
Öyle mutlu oldum ki bu sohbetten...
Buluşmak için sözleştik.
Bu kez karşılaşmayacağız yani... Bilinçli buluşacağız.
‘La ilahe illallah’ ne demektir
YALÇIN Küçük, Aydınlık gazetesinde eğlenceli yazılar yazıyor.
Kendine özgü dilini, mizahını, üslubunu koruyarak...
Fakat dünkü yazısından anlıyoruz ki...
Yalçın Küçük “La ilahe illallah” ne demektir, tam bilmiyor.
* * *
Şunları yazmış Yalçın Küçük:
“La ilahe illallah sözünü çok severim, çok devrimci bulurum. Ret ile başlıyor, ‘la ilahe’ diyor, yani Allahlar yok, ilahlar yok. ‘İlla’, bu ‘çünkü’ demektir. Benim ‘Allah’ım’ var olduğu için başkası yoktur; benim yolumdan başkasını kabul etmiyorum. İşte bu devrimci çıkıştır.”
Katılıyorum: “La ilahe illallah” devrimci bir çıkıştır.
Fakat cümlenin anlamı, Yalçın Küçük’ün açıkladığı gibi değil.
“La ilahe”, ilah yoktur demektir.
“İlah yoktur” demek, öncelikle kul olunacak, ram olunacak, esir olunacak bütün putların temizlenmesi demektir.
“İlla” kelimesi ise Yalçın Küçük’ün sandığı gibi “çünkü” anlamında değildir.
“İlla”nın anlamı “ancak”tır.
Mana şöyledir: “İlah yoktur, Allah vardır.”
İşin devrimci tarafı ise şuradadır: Önce putlardan, ilahlık taslayanlardan, hükmetmeye kalkışanlardan esaslı bir temizlik ve ancak ondan sonra Allah’a kul olma bilinci...
(Hürriyet)