Konuşmalardan birinin Tümamiral Cem Aziz Çakmak’a ait olduğu, diğerinin ise Tuğamiral Fatih Ilgar’a ait olduğu iddia ediliyor.
Amirallerin söyledikleri iddia edilen şeyler korkunç:
“Rövanş” diyorlar.
“İç savaş” diyorlar.
“Çocuklarına kadar intikam” diyorlar.
“Yakında çıkacağız, hesap soracağız” diyorlar.
Cemaat’e yakın yayın organları bu konuşmaları ballandırarak yayınlıyorlar.
Amaçları hükümete mesaj vermek...
Mesajları ise şöyle bir şey:
“Görüyor musunuz nasıl da intikam çığlıkları attıklarını... Sakın çıkarmayın oradan onları. Yasal düzenlemeden vazgeçin. Özel Yetkili Mahkemelere dokunmayın... Sizlerden çocuklarınıza kadar intikam alacaklarını söyleyen bu adamları sevindirmeyin”.
Fakat durun bir dakika!
Ses kayıtlarına yalanlamalar geliyor.
Hem Tümamiral Çakmak’ın, hem de Tuğamiral Ilgar’ın avukatları, yaptıkları açıklamalarla iddiaları yalanlıyorlar.
Diyorlar ki: “Ses kayıtları müvekkillerimize ait değildir. Bu ses kayıtları uydurmadır”.
Tümamiral Çakmak’ın avukatı Şule Erol şu kesinlikte konuşuyor:
“Ben dinledim konuşmayı... Bu konuşmanın müvekkilime ait olmadığını kendimi nasıl biliyorsam öyle biliyorum. Ses ona ait değil, kelime vurguları ona ait değil”.
Peki bu “kesin” yalanlamalar karşısında iddiayı yayınlayanlar ne yapıyorlar?
Ne yapacaklar?
Kulaklarını ve gözlerini kapatıyorlar.
Ses kayıtları “uydurma” mıdır, değil midir?
Bilmiyorum.
Ama diyelim ki ses kayıtları “uydurma” değil.
Sorun bitiyor mu?
Bitmiyor, orada başlıyor.
Bu ses kayıtları doğruysa...
Ortam dinlenmesinin hapishane ortamında yapıldığı gerçeğiyle yüz yüze kalınır.
Hapishanedeki ortam dinlenmesi, “içeriden” yapıldıysa bu korkunç bir olaydır, sorumluların hesap vermesi gerekir.
Dinleme “içeriden” değil de “dışarıdan” yapıldıysa Hasdal Askeri Cezaevi’nin çevresinde “yüksek dinleme teknolojisi”ne sahip bir aracın konuşlanmış olması gerekir.
Bu aracın günlerce o mıntıkada çalışması ve bütün tutukluları dinlemiş olması gerekir.
Bu durumda da bu müthiş organizasyonu kimin yaptığı meselesi gündeme gelir.
Silivri Cezaevi’nde de benzer bir organizasyonun söz konusu olup olmadığı sorusu akla gelir.
Ve en sonunda Adalet Bakanı’na sorulur:
“İnsanların özgürlüklerini elinden alıyorsunuz. Tutukluyorsunuz. Hapse atıyorsunuz. Cezalandırıyorsunuz. Bu yetmiyor. Bir de hapse attığınız insanların konuşmalarının dinlenmesinin önüne geçmiyorsunuz, geçemiyorsunuz. Ne iş?”
Hep söyledim, yine söyleyeceğim:
Mahpus ortamlarını dinleyerek demokrasiyi getiremezsiniz.
Kaset komplolarıyla darbelerin önüne geçemezsiniz.
Kirli oyunlarla ülkeyi temizleyemezsiniz.
Çetelere özgü faaliyetlerle çeteleşmeleri bitiremezsiniz.
Vazgeçin bu faaliyetlerden...
Mücadelenizi yine yapın.
Ama temiz, medeni, hakka hukuka uygun yapın.
Kumpassız, hilesiz, desisesiz, kulaksız, kasetsiz yapın.
Din devletine mi gidiyoruz?
Din devletine gitmiyoruz.
Şeriat ilan edilmeyecek.
Halifelik gelmeyecek.
Bu söylediklerime itiraz edip diyebilirsiniz ki:
“Madem öyle, bu olup bitenler nedir?”
Olup bitenlerin şu üç nedeni var:
BİR: Dünyevi alanda başarılar elde ettiğini düşünen Başbakan Erdoğan, dini alanda da atılımlar yapmak istiyor. O alanda da varlık gösterip “manevi” açıdan da tatmin hissi yaşamak istiyor.
İKİ: Muhafazakâr iktidarlar, toplum yapısının dini kurallara göre tanzim edilmesini murat ederler. Fırsat buldukça da bu tanzime kalkışırlar. Erdoğan da böylesi bir fırsat bulduğunu düşünüyor.
ÜÇ: Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın en çok işine yarayan gerilim “laik / dindar” gerilimidir. Erdoğan attığı adımların bu tür bir gerilimi yeniden alevlendirdiğini görüyor ve bu gerilimin pekişmesini sağlamaya çalışıyor.
Olup bitenlerden bir “din devleti” çıkmaz.
Olup bitenlerden...
Dini tonu yüksek otoriterlik çıkar.
Geldiğimiz nokta budur.
Demokrat müdafaası
VAKTİYLE...
Türbana destek veren...
Başbakan Erdoğan’a getirilen yasaklara karşı çıkan...
Dindarların özgürlüklerini savunan...
“İrtica gelir” bahanesiyle yapılan hukuksuzluklara itiraz eden...
Asker eliyle dindarlara yapılan baskılara karşı çıkan...
Demokrat yazarlar, bugün Başbakan Erdoğan’a karşı eleştirel bir pozisyona geçince...
Laik çevrelerden ağır eleştiriler alıyorlar.
Kendilerine söylenen şu:
“Yeni mi aklınız başınıza geldi? Türbana destek verdiniz, irtica tehdidini görmezden geldiniz, askerin kontrol mekanizması oluşturmasına karşı çıktınız... Şimdi de yakınıyorsunuz. Geçmiş olsun”.
Bu yaklaşım kökten yanlış bir yaklaşımdır.
“İrtica gelir” bahanesiyle özgürlükler kısıtlanamaz.
“İrtica gelir” bahanesiyle türbanı yasaklamak...
“Komünizm gelir” bahanesiyle grev hakkını kısıtlamaktan farksızdır.
“Bölünürüz” diye kültürel hakların tanınmamasından farksızdır.
“Ülke kaosa gider” diye gösteri hakkını tümden rafa kaldırmaktan farksızdır.
Demokrata düşen görev, farazi tehlikelere kulak asmadan özgürlükleri ve hakları sonuna kadar savunmaktır.
Özgürlükler ve haklar savunuldu.
Sonuçta “otoriterlik” çıktı.
Olabilir...
Çıkabilir...
Bu durumda...
Demokrat yazarlara “siz özgürlükleri ve hakları savundunuz, başımıza bu geldi” diye çıkışılmaz.
Yapılacak şey bellidir:
Özgürlüklerden ve haklardan milim ödün vermeden otoriterleşen yönetimle mücadele etmek. Daha net bir ifadeyle yol şudur:
Türbana, dini özgürlüklere sonuna kadar destek...
Otoriterleşen yönetime sonuna kadar köstek...
(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)