Bir kenti ziyaret edip görmek için doğru bir zaman vardır bence… Doğru mevsim veya dönemde ziyaret etmek gerekir. Geçen hafta sonu eşimle Brüksel’i ziyaret ettik. Dolu dolu geçen, iyi ki gelmişiz dedirten haftasonu ziyaretinden geriye paylaşacak notlar kaldı… Dünyada bazı kentler vardır, insanları mıknatıs gibi kendilerine çekerler. O kente gitmek, gezip görmek kaçınılmazdır… Başka türlüsü düşünülmez. Brüksel çoğu kişiye göre böylebir kent değil.. Kimilerine göre de çok sıkıcı, kimilerine göre ise çok bürokratik, kimilerine göre ise bir turistin beklentileri karşılamayan bir kent. Ben bunlara katılmıyorum. Brüksel’i seviyorum. Brüksel’i sevenler derneğine üye olabilirim… Brüksel ile ilk kez ne zaman tanıştım hatırlamıyorum, ama uzun yıllar önce olmalı…
* * *
Brüksel, dışarıdan gelen biri olarak bana hep kendi halinde, düzenli ve yaşamın kolay olduğu bir kent gibi görünüyor… AB kurumlarında çalışan binlerce kişi kente renk katıyor. Kozmopolit bir hava ortaya çıkıyor Caddelerde dolaşırken her dilden konuşmalar kulağınıza geliyor. New York, Londra, Paris gibi dev kentlere göre nüfusu oldukça az olmasına rağmen uluslararası bir yaşam tarzı hemen insanın gözüne çarpıyor. Her kentin bir ruhu vardır derler… İşte bu uluslararası kozmopolit ruh Brüksel’in iliklerine kadar işlemiş.
* * *
Brüksel’i ziyaretimizin ana sebebi Grand Place’daki çiçek halıydı… 1971 yılından beri her iki yılda bir bu meydana yapılan devasa çiçek halının bu yılki konusu Belçika’ya işçi göçünün 50. yılına ayrılmıştı. Bu yıl Uşak halı ve kilimlerinden esinlenerek yapılmış. Meydanda kırmızı, turuncu, sarı, pembe rengarenk begonyalardan yapılmış çiçek halıya dört bir yanından baktık. Daha sonra belediye binası ile karşısındaki kent müzesinin balkonlarına çıkarak yukardan tekrar baktık. Aldığımız bilgiye göre, daha önce 1998 yılındaki halı için yine Türk motiflerinden esinlenilmiş…
* * *
Grand Place zaten Brüksel’e gelen her turistin uğradığı yer… Bir de buna çiçek halı eklenince iyice kalabalıktı. Her milletten turiste rastladık. Tarihi 12. Yüzyıl’a kadar dayanan bu meydandan etkilenmemek mümkün değil… Hatırladığım kadarıyla Avrupa’nın en güzel ikinci meydanı seçilmişti. Meydanın etrafındaki barok ve gotik tarzı binalar bambaşka bir hava veriyor. Tarihi binalar, kafeler, restoranlar, binaların pencerelerdeki çiçekleri ile bir film seti gibi… Her geldiğimizde yaptığımız gibi yine Belediye Binası’na karşıdan baktık. Yine meşhur efsaneyi konuştuk. Binayı ikiye ayıran kulenin sağ ve sol tarafları birbirine eşit değil… Ama bunun nedenini bir türlü öğrenemedim. Mimari hata mı yoksa zaten böyle planlanmış mı bilmiyorum.
* * *
Müze girişinde elimize tutuşturdukları broşürde, çiçekli halı ile bilgiler arasında Türk halıcığı, Türkler’in Belçika’ya göçü hakkında bilgi vardı ama meydanda böyle bir bilgiyi göremedik… Bu bizde biraz hayal kırıklığı yarattı. Fotoğrafımızı çekmesini rica ettiğimiz Japon turist çifte halının motifini anlatınca çok şaşırdı… Bilmiyormuş… Siz nereden biliyorsunuz ? diye başladı sormaya… Ayaküstü başladık tarih anlatmaya… Baktık Japon çift çok meraklı, bu iş çok uzayacak, rehberlik işini de bedavaya getirmeye çalışıyorlar, müzeden bir broşür alıp okumalarını tavsiye edip onlardan ayrıldık…
* * *
Her kentin bir ruhu olduğu gibi bir de kokusu vardır derler… Örneğin Paris kahve, Londra bira kokar… Brüksel ise waffle kokar. Sokaklarda, caddelerde adım başı wafflecilerden yayılan mis gibi çikololata, vanilya kokusu insanı mest eder. Biz de 4 Euro verip hamuruna dağ çileği karıştırılmış birer waffle alıp yedik. Tabii Brüksel sadece waffleden ibaret değil… Sokaklara bira kokusu yayılmıyorsa bira içilmiyor anlamına da gelmiyor. 300’e yakın bira çeşidiyle bir bira cenneti olan Brüksel’de bira ve meyveli bira içmeyi de ihmal etmedik… Restoran ve brasserielerde neredeyse her biraya uyumlu bir peynir çeşidi var… Bira peynirle daha iyi uyum sağlıyormuş… Biz peynirin şarabın yanında uyumlu olduğunu düşünen bir nesiliz… Bira ve peynir birbirinin tadını ne güçlendiriyor ne de azaltıyor… Zıtlık içinde bir harmoni yaratıyor bana göre…
* * *
Fransızların ünlü şair ve yazarı Belçika için “Küçük ülke büyük mutfak” demiş… Ben gurme yazıları, lokanta tavsiyeleri yazmıyorum… Ama öğle yemeği için gittiğimiz restoranı yazmadan da edemeyeceğim. Grand Place’a yakın ama turistlerin uğrak yeri değil… Rue der Grand Carmes üzerinde… Adı La Cercle des Voyagers… Yani seyyahların uğrak yeri… Duvarlar eski deri bavullar üst üste, yanyana konularak yaratılmış… Garsonlar genç, güleryüzlü, sempatik… Servis te hızlı… Hani ünlü bir yazarın “Beklenen an gelecekse çekilen çile kutsaldır” dediği gibi beklenen anda midyeler demir döküm tencerenin içinde getiriliyor. Brüksel’in yemek kültür açısından vazgeçilmezi olan midyenin en iyi sunulduğu yerlerden biri Chez Leon ise diğeri de herhalde burası… Bar, restoran, brasseri iki bölümden oluşuyor… İkinci bölümü ise kütüphane… Bildiğimiz kütüphane… Raflarda seyahat ile ilgili yüzlerce kitap… Yemekten sonra kütüphaneye geçip kahvenizi yudumlarken kitaplara göz atabiliyorsunuz…
* * *
Gittiğim kentlerde bazı ritüelleri mutlaka yerine getiririm… O kentte bir Türk mahallesi varsa mutlaka giderim… Orayı görmeden kenti gördüm diyemem. Schaerbek semti ve Midi istasyonu civarı Türkler ve diğer ülkelerden göçmenlerin yaşadığı yerler… Brüksel’de “Türk mahallesi “ denilen “Chaessee de Haecht” caddesini gezdik… Türkler’in “Bizim mahalle” dediği caddeyi…
* * *
Yaz tatili nedeniyle nispeten sakindi… Fırıncıların, pidecilerin, kuyumcuların, marketlerin, tuhafiyecilerin, butiklerin, kasapların bazıları kapalıydı. Fatih Camii’nde sessizlik hakimdi. Berbere girip saçımı kestirdim... Levhasında “L’art de La Coiffure” yazıyordu. Sahibi berber Musa Erşahin… Eskişehir’in Çifteler ilçesinden. Bir taraftan saçımı kesiyor bir taraftan da bana Türk mahallesinden bilgi aktarıyordu. Hem traş oldum hem de bütün bilgileri aldım… Akşam da Türk restoranlardan birine gittik… Bu cadde Brüksel’de yaşayan Türklerin üzüntülerini, sevinçlerini dışa vurduğu bir yer olarak bilinir. Zaten biraz sonra ortalığı üzerinde Galatasaray formaları olan gençler sardı… Sevinçliydiler… Galatasaray maçından geliyorlardı…
* * *
Brüksel ve Belçika deyince akla gelen ilk şeylerden biri de ünlü çikolatalar olduğu için eş ve dosta ikram için dönüşte çikolata almayı da ihmal etmedik tabii… Dünyanın birçok kentinde Belçika çikolotası satılıyor ama en lezzetlisi yerinde, atmosferinde tadarak almak olsa gerek. Bu yüzden ünlü ve nispeten pahalı çikolata markalarının satış mağazalarını gezip bilgi alıp tattıktan sonra satın aldık. Ertesi gün aldığımız çikolataları yerken seçimde doğru karar verdiğimizi gördük. Ünlü gurme Phil Lempert “İyi bir çikolata insanın nabız atışını bile değiştirir” diyor… Bizim aldığımız nabzımızı değiştirdi mi bilmiyorum ama müthiş bir keyif verdi.
* * *
Haftasonu çabuk geçti. Çiçek halıyı görüp “midye, bira, waffle” dan oluşan üçlemeyi de yaşadıktan sonra Almanya’nın yolunun tuttuk. Bazı konular için karar verilemez ve bu tartışmaya açık bir konu derler ya… Brüksel de enterasan ve bana göre de tartışmaya açık bir kent…